Vahdet-i vücûd’u Osmanlı’nın kurucu düşüncesi ve bu düşünceyi üreten, sistemleştiren İbnü’l Arabî, Sadreddin Konevî, Davûd el-Kayserî ve Mevlânâ’yı da Osmanlı’nın kurucu babaları olarak belirlerken, derdimiz yeni bir nostalji malzemesi üstüne güzelleme yapmak değildir.

Ki, din ve dünyanın ilişkisini kurmadaki yetkinliği cihetinden Vahdet-i vücûd’un hâlen temsil ettiği güzelliğin, mezkur güzellemeye ihtiyaç duymadığı, onun Batı medeniyetinin inşasına olan katkısından bellidir.

Bu bağlamda, Benedictus Spinoza (ö. 1677) ile şakirtlerinin, ilâhi metinler üzerinden kutsiyeti seküleştirme gayretlerinin bir sonucu olarak zuhura çıkan Panteizm’i örnek göstermemiz yeterlidir. Vahdet-i vücûd’un içinden üretilen Panteizm’in, Müslüman münevverlerin çoğunun algısında, Vahdet-i vücûd=Panteizm şeklinde eşitlenecek derecede hakimiyet kurması da bu örneği ayrıca teyit etmektedir.

Özelde Osmanlı’da genelde Müslümanların dünyasında –kuruculuğu ve uygulamadaki büyük tesiri esasında– Vahdet-i vücûd’u başat düşünce olarak almamızın bir nedeni de, İmam Rabbâni’nin (v. 1624) Nakşibendîlik esasında ihdas ettiği Vahdet-i şuhûd nazariyesinin bile Vahdet-i vücûd nedeniyle –ya da onun varlığına hasreten– Müslümanların medeniyetinde –ayak sesleri iyice duyulmaya başlayan– gerilemeyi durdurmaya ve gidermeye mahsus yeni bir arayış olarak üretilebilmiş olmasıdır.

Bu arayış planında Vahdet-i şuhûd ile Panteizm’in aynı yüzyıl içinde ortaya çıkması ise asla bir tesadüf değildir. Müslümanların Vahdet-i vücûd’u Vahdet-i şuhûd ile yenileyerek dönüştürme gayreti, son tahlilde Vahdet-i vücûd’un etki alanını –Nakşibendîliği de ihata edecek şekilde– genişletirken, diğer bir ifadeyle onun mevcudiyetinin muhafazasını pekiştirirken, ondaki asıl dönüşüm ise Batı’da Spinoza üzerinden gerçekleştirilmiştir.

Hâl böyle olunca, kendi medeniyetimizin yeniden inşası esasında, yukarıda zikrettiğimiz Vahdet-i vücûd’a bir güzelleme yapmayı aşarak, şu yöneliş planında yol almamız gerekmektedir:

Vahdet-i vücûd, kurucu bir düşünce olarak, kurulmasına neden olduğu yapıyla birlikte –nazariyat planındaki güçlü varlığına rağmen– uygulanabilirlik cihetinden yıkılmıştır. Bu durumda, yıkılan hükümranlıkla birlikte onun enkazı üzerine yeni bir bina yapılamaz; aşağıda zikredeceğimiz mevcut kimi örneklerinden görüleceği üzere, yapılmaya çalışılsa da o yapıların güvenilirliği, sağlamlığı garanti edilemez.

O halde, ne donmuş bir düşünce olarak Vahdet-i vücûd’a ne de Spinoza’nın Panteizm’ine teslim olmayan, bu teslim olmayışın veya bu teslim olmayışa meşru bir arayışın karşılığı olarak yine Vahdet-i vücûd’u merkeze alan ama artık o olmayan yeni bir tanrı-varlık; din ve dünya; dünya-din ve devlet; dindarlık ve hükümranlık... vb. ilişkileri tefekkür dairesi içinde ve dolayısıyla nazarî planda yeniden yapılandırmanın bir yolunu İslam zihniyeti içinde arayarak bulabiliriz.

Yukarıda zikrettiğim örnekler cümlesinden ilkinin, Osmanlı’nın yıkılışını durdurmak üzere benimsediği ve Cumhuriyet’in yeni bir varoluş imkanı olarak Osmanlı’dan devraldığı Batılılaşma yönelimi olduğunu söyleyebiliriz.

Osmanlı’nın yıkılmasına engel olamayan, Cumhuriyet’e de tek başına bir meşruiyet sağlamayan Batılılaşma’nın Cumhuriyetin daha ilk yarı yüzyılında iflas ettiği ise malumdur.

Hatta NATO şemsiyesi altında, her on yılda bir askerî darbelerle yeniden şekillendirilmek istenen sistemin, kendi içinden –yerli– bir şekillenme arayışı olarak, Said Hâlim Paşa’nın İslamcılık projesinin devamını temin tahtında önce merhum Necmettin Erbakan, sona Başkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile üretmek istediği olumlu sonuç da, mezkur meşruiyetin ikmaline henüz bağlanmamıştır.

Ancak meselenin sadece Türkiye’nin değil, İslam ümmetinin bekâ sorununa bitişik hâle geldiği de mezkur süreçte daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır.

Buna göre meseleyi, ekran gülü cübbeli ya da cübbesiz kimi meczupların manipülatif beyan-şovlarına feda etmemek gerekir.

Zira mesele, zikrettiğimiz tanrı-varlık esaslı ilişkilerin yeniden kurulması çabasına dahil olarak, dinî eğitim tartışmalarıyla, bundan kendilerine bir pay çıkarmaya çalışan tarikatların –sisteme eklenmeleri ya da muhalefetleri cihetinden– ürettikleri tahribatın çok fevkinde bir değere sahiptir.

Bu değeri belirleyen unsurlar, tek başlarına kişiler olmadığı gibi, o kişilerin temsil ettikleri tarikatlar, partiler vb. de değildir. Bilakis, zemininde İslam’ın ve dolayısıyla Vahdet-i vücûd anlayışının yer aldığı, aslî bir tartışma imkanının mevcudiyetidir.