Gün doğmadan yollara düştü. Rutin işlemeye başladı. Üç aktarmalı metro yolculuğu, okullar açılalı beri epey netameli hale gelmişti. Ayak basacak kadar bir boşlukta seyahat etmenin fevkinde geçiyordu zaman... Aksaray istasyonunda inmeye hamleden kalabalık, tıpkı bir sel suyunun alıp götürmesi gibi perona savurdu. Ne olduğunu anlayana kadar kapılar kapandı. Metro gitti.

Şuursuzca peronu baştan aşağı süzdü. Mana veremediğini saklamayan adımlarıyla yürüyen merdivene yöneldi. Yukarı çıktığında hafiften çiseleyen sonbahar yağmuru karşıladı. Güz yağmuruyla yıkanan hava güzel olmalıydı. Ama değildi. Egzoz ve balata karışımı bir koku genzini yaktı. Horhor yokuşuna doğru ilerledi. Yabancılaştığını düşündü şehre... Aidiyet duygusunu yokladı lakin yerinde değildi.

Ne kadar süre yürüdü bilinmez... Kendini Fatih Camii avlusunda buldu. Yorulmuş olmalı ki avludaki banklardan birine usulca ilişti. Haşmetli minareleri süzdü epeyce... Sonra boylu boyunca sıralanan çeşmelere takıldı gözü... "Kim bilir kimler kimler bu çeşmelerde abdest aldı?" diye mırıldandı. Fısıltıdan biraz daha güçlü bir ses "Okuduğun tarih kitaplarında adı geçen herkes..." diyerek cevap verdi. Önce aldırmadı. Hayal duymuş olabileceğini düşünürken, "Şair Baki, senin en bildiğin keza!" sözü ürpermesine sebep oldu. Etrafını telaşla inceledi. Avluda kimse yoktu. Korku ve şaşkınlıkla bakınırken aynı ses "Şaşacak bir şey yok! Benimle biraz sohbet etmek sana iyi gelecek..." demez mi! Afallayarak bankın yanında duran kediyi fark etti. Bir kedinin konuşamayacağını içinden geçirirken, kedinin "Korkma! Biraz sohbet edelim." dediğini hem duydu hem müşahade etti. Kafayı yedim galiba diye kendine çıkışırken, kedi çevik bir sıçrayışla gelip yanına oturdu.

Kalp atışları hızlanırken, nefesi kesilecek raddeye vardı. Kedi "Çantandaki sudan birkaç yudum al da biraz kendine gel" dedi. Şaşkınlık yerini tuhaf bir itaate bırakmış olmalı ki, kedinin dediği gibi yaptı. Şişeyi bir nefeste içmek ister gibi kafasına dikti. İlk yudumu alırken, kedinin"Besmele çek!" ikazını da es geçmedi. Suyu bitirince"Elhamdülillah" deyip yaşadığı tuhaflığın sona erdiğini umarak, kedinin aslında orada olmadığını görmek ümidiyle baktı. Hayır! Kedinin delici bakışları ile göz göze geldi. Bunun üzerine hayvancağız acır gibi bakmaya başladı. Bıyıklarını titreterek "N'olur biraz sakinleşsen... Benden korkmana gerek yok!" dedi.

Mevcut hali sindirmek adına beş on dakika dondu kaldı. Muhakeme yeteneği dumura uğramış olduğundan bir türlü toparlayamadı. Bu gelgit anı boyunca kedi ona, o da kediye bakmaya devam etti. Nihayetinde anlamaya çalışmaya pes ederek kediye sordu: "Nasıl oluyor da benimle konuşabiliyorsun?"

Kedi kulaklarını oynatarak cevap verdi: "Niçin bu soruyu sordun? Belki ben seninle konuşamıyorum ama sen beni anlıyor olabilirsin... Hoş... Bu, durumu değiştirmez! Kendimi tanıtayım... Adım Cevahir... Bu avludaki kedilerin reisiyim..."

"Vay be kedilerin reisi..." diye içinden geçirmişti ki; kedi duymuşçasına devam etti. "Evet! Bu avlunun kedilerine nizamat şart... Bu emanet de bende... Bunları boşver şimdi... Sen asıl hangi halet-i ruhiyeyle buradasın? Evvelki gelişlerinden bir başkalık var sende..."

"Beni tanıyorsun yani!" demekle yetindi. Kedi patilerini yalayarak hırıltılı bir sesle "Sen bu avlunun çok eski müdavimlerindensin... Tâ yatılı okul talebesi olduğun yıllardan biliyorum seni... Onbeş yıl oldu belki..." karşılığını verdi. Bu kez nutku tam manasıyla tutuldu. Sadece nutku değil aklı da tutuldu ki düşünmeyi bile beceremeyen bir çaresizlik içinde kediye bakakaldı. Şuurunu toplaması için ikindi ezanının başlaması kifayet etti. Kedi hâlâ aynı yerdeydi. Gözlerindeki manalı ifadeyi perdeleyerek gerinen kedi "miyav!" diyerek sıçradı gitti. Afallamış ruhunu şadırvana doğru sürükleyip giderken tedirgin gözlerle kedinin gittiği tarafa bakmadan da edemedi. Abdest alınca biraz kendine gelir gibi oldu. Caminin merdivenlerinde durup tekrar kediyi görmek için döndüğünde namaza yetişmek için telaşlı adımlarla yürüyenlerden başkası çalınmadı gözüne...

Çıkışta da rastlayamadı. Çok kedi vardı ama Cevahir yoktu. Avludan caddeye inen merdivenlere yöneldi. Gayrı ihtiyari ceketinin cebine giden eline küçük bir pusula geldi. Çıkarıp baktı. İçinde bir satır, Osmanlı Türkçesiyle şu yazıyordu: "Burası dünya... Burada işler hep yarım kalır!" Bu manalı notun nereden nasıl cebine girdiğini düşünse de çözemedi. O sırada Cevahir uzaktan, kurulduğu taş duvarın üzerinden onu süzüyordu. Pusulanın değil de içinde yazanın hakikatini tefekkür ederek caddede akan kalabalığa karıştı.