Değerli Okuyucularım;

Kadıyü’l-kuzat (Kadıların Başı) olan Fazlullah Hurûfî’nin babası Bahâeddin Hasan’ın soyu 7. imam Mûsâ el-Kâzım’ın oğlu Seyyid Ca‘fer’e dayandığı söylenir. Dolayısıyla mezhebi büyük bir ihtimalle Şiiliğin İsnâ Aşeriyye koluna bağlı imamlara yakın olduğu söylenebilir. Babasının ölümünden sonra genç yaşlarında kadılık görevine getirilmiş olan Fazlullah Hurûfî, medrese hayatına da devam ederken, bir rivayete göre bir gün rüyasında ilk kez Peygamberimizi Hz. Muhammed’i (sav) görür ve ondan (sav) rüya yorumu bilgisini öğrenir.

İlk tasavvufî/mistik tecrübesini 18 yaşında (1358) yaşadığında hayatında önemli bir değişim olur. Buna göre bir dervişten dinlediği Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin (1207-1273) şu beytinden vecd hâli yaşayarak, müthiş bir şekilde etkilenir:

“Bekâya sahip olduğun halde ölümden ne endişe ediyorsun / Hudânın nuruna sahipken neden mağarada gizleniyorsun.”

Genç Fazlullah, bu sözlerin hakikî manasını hocası Kemâleddin’e sorar. Hocası, bu sırrı ancak ibadet, riyazet, aşk ve cezbeyle anlaşılabileceğini söyler. Tasavvufa ilgisi birden artar, 19 yaşındayken şehri terk eder, bir çobandan temin ettiği keçe kıyafetini bir ömür boyu giyer, dağlarda inzivaya çekilir, ibadetlere yoğunlaşır ve dört ay süren çileli bir yolculuktan sonra İsfahan’a gider ve burada bir kervansarayda kalır.

Gördüğü bir rüya üzerine Mekke’ye gitmeye karar verir. Hac dönüşü Hârizm’e uğrar. Burada bir gece tasavvufta istediği yere gelemediğini düşünüp hüzünle zikir çekerken, uykuya dalar ve kendisinden önce yaşamış olan dört Allah dostunu görür: İbahim Ethem, Bayezid-i Bestami, Sehl bin Abdullah Tusteri ve Behlül Dana. Hârizm’de bulunduğu dönemde bu ilginç rüyalar zinciri devam eder. Mesela Peygamber Hz. Süleyman’dan sonra (yine) Peygamberimizi Hz. Muhammed’i (sav) görür. Bu iki sadık rüya sayesinde hem kuşdilini öğrenir, hem de tüm zamanların en iyi rüya tabircisi olur. Gerçekten kendisine sunulan bütün rüyaları sezgi gücüyle en isabetli bir şekilde tabir etme yeteneğini elde eder.

Sahib-i tevil olarak anılmaya başlayan Fazlullah’ın popülaritesi artmaya başlayınca Harezm’i terk eder ve İran’ın Sebzevar şehrine yerleşir (1360). Burada iktidarda olan Serbedâriler (1336-1381) ile başta loncalar olmak üzere yerel şeyhler arasında ihtilaflar had safhasındadır. Fazlullah, ihtilaf halinde olanlar arasında arabuluculuk görevini üstlenir ama buna rağmen hükümet birçok ünlü muhalif şeyhi öldürür. Bu fitne döneminde halk, ilk kez burada kıyamet ve mesih beklentisi içine girer ve ümitlerini Fazlullah’a bağlar.

Bunun üzerine Fazlullah, bu kenti de terk eder (1365) ve yine İsfahan’ın Tokçı mahallesine yerleşir, bir mescitte hem irşatta bulunur, hem de şehrin önde gelenlerin rüyalarını olduğu gibi tâbir eder. Şaşırtıcı bir şekilde gözünü kapatıp, gayb âlemine girer ve vecd hâlinde rüya sahiplerinin hayatlarının gizli yönlerini ortaya çıkarır ve olacak olanlar hakkında öngörüde bulunur.

Keşf-i İlahi İddiasıyla Uluhiyyet Dönemine Girmesi

Fazlullah, 1370 yılında Celâyîler’in hükümdarı olan Şeyh Üveys’in Salatanatı döneminde Tebriz’e gider ve burada müridi olan devlet veziri Hâce Bayezid Damganî’nin Esterâbâd’lı eşinin kızıyla evlenir. Artık ilmin ve rüya tabirciliğinin yanında siyaseten de güçlenir. Fazlullah, 1374-75 yılında çok farklı bir rüya gördüğünü ileri sürer. Buna göre Hz. Âdem, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (sav), Allah’ın halifeleri, kendisi ise Mehdî ve Mesih’tir ve hatta peygamberlerin ve velilerin en sonuncusudur. Böylece şahsî kanaatine göre nübüvvetle velâyet kendisinde zuhur etmiş ve uluhiyyet devri başlamıştır. Sözde kendisi peygamberlerinin derecesinin ötesine muttali olur. Artık rüyalar için gayb âlemine gerek kalmamıştı çünkü âlemin ilahî sırları kendi içinde mevcuttu. Bu rüyayı ve yorumunu açıklar açıklamaz Tebriz uleması onu tekfir ile itham eder.

Bunun üzerine İsfahan’a kaçarak (1376), görüşlerini yaymaya başlar. Ulemadan yedi müridi ona biat eder, Hurufilik olarak ortaya çıkan ilmin temellerini atar. Farsçanın Esderebadî lehçesiyle yazılmış Nevmnâme (Rüyalar Kitabı) kitabı hazırlanır ve rüya yoluyla ilahî hakikati keşfettiğine inanan Fazlullah, âyet ve hadisleri kendi geliştirdiği tevillerle açıklayarak, fırkasını kurar. Artan sayıdaki mensupları ise onu Allah’ın zuhuru olarak görür ve ikinci büyük eseri olan Câvidânnâme’yi ilâhî kitap olarak yansıtır.

İdama Mahkûm Edilmesi

Timurlenk’in hükümranlığı altına girmiş olan değişik bölge kentlerine giden Fazlullah, Damgan’da gördüğü bir rüya üzerine Timur’u “âyîn-i cedîd” dediği yeni itikat anlayışına davet eder. Timur, Semerkant’lı âlimlerin de görüşünü alarak davetiyenin içeriğini İslâm’a aykırı bulur, Fazlullah’ın idam edilmek üzere hemen tutuklanmasını emreder.

1393 yılında Azerbaycan valisi olarak göreve getirilmiş olan Timur’un oğlu Mîrânşah, Fazlullah’ı ve müritlerini Şirvan bölgesinde bulunan Şamahı şehrinde yoldaşı olan Kadı Bayezid’inin evinde hasta ziyaretinde bulunduğu bir anda yakalattırır. Fazlullah, daha sonra Nahcıvan bölgesinde bulunan Alıncak Kalesi’nde hapsedilir ve birkaç gün sonra 2 Eylül 1394 tarihinde burada boynu vurularak idam edilir.

Fazlullah’ın kabri/türbesi, idam edilmesinden altı yıl sonra başhalifesi Ali el-A’lâ ile Seyyid Mûsâ ve sâlikleri tarafından yaptırılır. Bugün bu türbe Hurûfîler’ce idam edildiği yer olması sebebiyle “Maktelgâh” diye anılır ve Hurûfîler’in Kâbe’si olarak kabul edilir.

Değerlendirme

Konumuz devlet-din ilişkileri açısından Kuran ve Sünnetten ayrılan sapık dinî görüşlerin öncüleri ile ilgili olduğu ve özelde Fazlullah örneği verildiği için, verilen idamın kısa bir değerlendirilmesi yapılacaktır. Şüphesiz ortada tevhit itikadına aykırı bir durum söz konusudur. Ama kendini belirli bir dönemden sonra her nasıl oldu ise (bunun muhtemel sebebini daha detaylı olarak gelecek yazımızda inşallah ele alacağız) mehdi veya peygamber ilan edilen bir kişinin idamı meşru mudur?

İdamın yerine ulemadan ve tabiplerden oluşan bir heyet huzurunda ilmî müzakere yapılamaz ve kişinin bazı sapık fikirlerinden ikna yöntemleriyle vazgeçirilemez miydi? Bütün bu çabaların sonucunda kişinin rasyonel ve mantıkî izahlarla yine de ıslahı mümkün olmadığında zarar verici etki alanını sınırlamak adına denetimli serbestlik, ev hapsi veya şifahanede tedaviye alınması gibi daha insanî tedbirlere müracaat edilemez miydi? Veya tevil ilminde mahir olan bir kişinin elde ettiği bazı vehbî/gaybî olduğu iddia ettiği bilgilerin şeytanî vesveseye dayanıp dayanmadığı araştırılarak, bilimsel test maksadıyla müşahede altında tutulamaz mıydı?

Peki Fazlullah’ın idam edilmesiyle sonuçta ne elde edildi? Binlerce takipçisi için bu bir felaketti. Sosyal tarih bilimcilerine göre hiçbir dinî akım, velev ki genel hatlarıyla bâtıl ve sapık olsun, her zaman cazibesini koruyabilme ortamını bulabilmiştir. Nitekim Fazlullah’ın idam edilmesinden sonra müritleri hakkında sıkı bir takibata geçilmesine, zindanlarda işkence görmelerine ve öldürülmelerine rağmen, hayatta kalabilen halifelerin gizli faaliyetleri sayesinde bu fırka, Anadolu dâhil İslâm diyarının değişik bölgelerinde yeni taraftar kazanarak gittikçe güçlenebilmiştir.

Bu bağlamda gelecek yazımızda aslında hikmet içerikli bazı ilginç bilgiler ihtiva etmesine rağmen Hurufilik nasıl oldu da uluhiyyete dönüşen zararlı bir bilim hâline gelmiş olabileceğini araştıracağız. Ayrıca Allah’ın bir lütfu olan rüya tabirciliği alanında öncü konuma gelmiş olmasına rağmen Fazlullah’ın hangi gizemli saiklerle mehdilik/peygamberlik makamına geldiği iddiasında bulunmuş olduğunun perde arkasını araştıracağız. Daha sonra idam edilmesinden sonra ortaya çıkan toplumsal çalkantılarla birlikte vahşet tablolarının sebeplerini günümüzün doğru ilmî/tıbbî/psikolojik/dinî/tarihî tecrübe ve verilerden yola çıkarak, tahlil etmeye gayret göstereceğiz.

Prof. Dr. Ali Seyyar