Değerli Okuyucularım;

Bugünkü yazımda geçmişte binlerce saliki olan Fazlullah Hurufi’nin idam edilmesine gerekçe olarak gösterilen şeriata aykırı görüşleri üzerinde durmak istiyorum. Daha doğrusu bu yazımda ilk başlarda keramet derecesinde harikulade haller yaşayan ve rüya tabirciliği konusunda vehbî bilgilere sahip olan Fazlullah Hurufi gibi hem âlim, hem de bir tasavvuf erbabı nasıl oluyor da en sonunda kendini mesih/mehdi ve hatta peygamberlerden bile kendisini üstün görecek kadar bir yanılgıya düşebiliyor sorusunun perde arkasını aralamaya gayret göstereceğim.

Şeytan, Evliyaların Manevî Dünyalarını Sarsabilir

Bilindiği gibi şeytan (İblis), Hz. Âdem’in yaratılışından beri bugün de varlığını sürdürmektedir. Belirli bir vakte kadar (Bakara: 36) kendisine Allah tarafından bir mühlet verilmiştir. Onun tek görevi, herkesin kendi nevi şahsına münhasır zaaflarını (kadın, mal, ilmî üstünlük, şöhret, liderlik vs) yakalamak, bunun üzerinden o kişiye yönelik aldatıcı vaatlerde bulunmak ve onu en olmadık kuruntulara düşürerek (Nisa: 120; İbrahim: 22), hak yoldan çıkartmaktır.

Şeytanın ağına sadece cahil insanlar değil, peygamberler hariç, istisnasız herkes düşebilir. Bundan İslâm âlimleri ve evliyalar da müstesna değildir. Şeytan, kişinin özelliklerine göre kendilerine sinsice yaklaşır ve mantıkî yöntemler kullanarak, cazip fikirlerle kişiyi kandırmak-aldatmak ister. Bazen inancını ve(ya) ümidini sarsmak ister, bazen de sözde bir kereye mahsus olmak üzere bir kişiyi herhangi bir günaha sürüklemek ister ve ‘Allah zaten çok merhametlidir, tövbe istiğfar ile günahını hemen affeder’ diyerek, insanın nefsine hoş gelebilecek bir tarzda tahrikte bulunabilir. Fakat bir bakarsın bunun arkası kesilmez ve kişi, şeytanın sinsî girişimleriyle yeni yeni günahlar işleyebilir (Maide: 90).

Normal şartlarda Hak yolunda olan âlimler ve şeyhler, kendilerine intisap eden sâliklerine ve müritlerine her zaman manevî rehberlikte bulunur ve onların manevî olgunluğa erişebilmeleri için, kendilerine ilmî/manevî/ahlâkî/sosyal yönden destekçi olur. Üstün ilim ve tecrübeleri gereği özellikle sosyal/manevî bazı sıkıntıları olan desteğe muhtaç insanlara bir nevi manevî koçluk (hamilik) görevi üstlenirler. Binlerce insanın hidayetine vesile olabilecek ve günahlardan uzaklaşmalarına yardımcı olabilecek bu manevî liderler, üstün konumları gereği şeytan tarafından tehdit olarak algılanır. Bunun için bu manevî liderler, şeytan tarafından etkisiz hâle getirilmesi gerekenler ile ilgili kara listesinin ilk sıralarında yer alır.

Şeytan, bu şekilde etkili bir şeyhi/âlimi yoldan çıkartmak suretiyle bir taşla bir değil binlerce insanın tevhidî istikametten uzaklaşmasını sağlayabilecektir. Bir şeyhin/âlimin şeytanın tuzağına düşmesi demek, aynı zamanda ona bağlı olan, onu seven, ona sempati duyan binlerce kişinin de manen bozulmasına veya dinden soğumasına sebebiyet verecektir.

Meşhur İslâm mütefekkiri Muhyiddin-i Arabî (1165-1245) “Seceret’ül Kevn” (Şeytanın Hileleri) risalesinde İbn-i Abbas’dan naklen Muaz bin Cebel, Medine’de yaşanmış olan uzun bir olaydan bahseder. Buna göre şeytan, Allah’ın izniyle doğru söylemek şartıyla yaşlı ve çirkin bir insan şeklinde Peygamberimizin (sav) ve sahabilerin bulunduğu bir eve âdemoğullarını nasıl kandırdığını anlatma yetkisiyle girebilir. Bizi ilgilendiren konularla ilgili olarak şeytan, şu gibi itiraflarda bulunur:

“Bana mühlet veren Allah’a yemin ederim ki, onların tümünü azdırırım. Cahillerini ve âlimlerini…ümmilerini ve okumuşlarını…facirlerini ve âbidlerini. Hâsılı bunların hiçbiri elimden kurtulamaz. Fakat…Allah’ın hâlis kullarını…Evet, bunları azdıramam…Yetmiş bin şeytan (çocuğum) vardır. Onların bir kısmını ulemaya gönderirim….bir kısmını da meşayihe (şeyhlere)  saldım….Bilir misin, ya Muhammed, Rahip Barsisa, tam 70 yıl ihlâs ile Allah’a ibadet etti. Bu ibadetleri sonunda, ona öyle bir hâl ihsan edilmişti ki, her dua ettiği hasta, duası bereketi ile şifayap oluyordu. Onun peşine takıldım; hiç bırakmadım….zina etti, kâtil oldu, sonunda da küfre girdi.”

Şeytan’ın anlattığı bu hileli yöntemlerle gerçekten birçok İslâm âlimi ve Allah’ın sevgili velileri muhatap olmuştur. Kişinin takva, ihlas, feraset ve ilmî seviyesine göre şeytan bazen işinde muvaffak olabilmiş bazen de çabaları boşuna gitmiştir. Bazı velilerimiz, şeytanla muhatap olduklarını gizlememiştir. Mesela Abdülkadir Geylani (1077-1166) bir menkıbesinde yaşadığı bir olayı şu şekilde anlatmaktadır (Şa’ranî, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, 456):

“Gözüme büyük nura benzer bir şey göründü. Ufuk onunla doldu. Sonra ondan bir sûret peyda olur gibi oldu. Bana şöyle dedi: “Ey Abdulkâdir! Ben senin Rabbi’nim, haramları senin için helal kıldım.” Onu, bu sözünden tanıdım. Şeytan olduğunu hemen anladım. Ve aramızda şu konuşma cereyan etti: Ben: “Çekil ey lanetli! Bana o nur diye gösterdiğin şey, zulmetin ta kendisidir. O sûret ise dumandan başka bir şey değildir.” dedim. Şeytan: “Rabbin hikmeti sayesinde elde ettiğin ilimle benden kurtuldun. Menzillerdeki inceliklere aşina olman da sana yardım etti. Halbuki ben bu gibi hallerle yetmiş kadar ehl-i tarîki yoldan çıkardım.” dedi. Ben: “Bu Allah’ın bir lütfudur.” dedim. Bu olayı dinleyenlerden bazıları kendisine: “Onun şeytan olduğunu nasıl anladın?” diye sordular. Abdülkadir Geylani şöyle cevap verdi: “Sana haramları helal kıldım, demesinden.”

Demek ki şeytan, bazen fırsat kollayarak, çoğu zaman anlık gaflet hallerinde herkesi itikaden/fikren aykırı bir yola meylettirmeye kalkışabilir. Abdülkadir Geylani, ihlas, feraset ve ilmi ile bu çarpık teklifin ancak şeytanî olabileceğini anlamış ve Kur’ân’ın emrini hatırlayarak (Araf: 200) hemen Allah’a sığınmış ve şeytanın şerrinden emin olabilmiştir.

Fazlullah Hurufi, Şeytanın Hilelerinin Kurbanı Olmuş Olabilir Mi?

İnsanları, velev ki sapkın fikirde olsun, hallerini birkaç basit izah şablonuna göre kategorize ederek, onlar ve sonraki nesiller hakkında vahim sonuçlar doğurabilecek idam gibi kesin bir hüküm vermek, kanaatimce yapılan en büyük hatalardan birisidir. Her insan, zaman zaman ruh/akıl dünyasında depresif/sapkın dalgalanmalar yaşayabilir. Sosyal konuların çözümünde en girift mesele, insanla olanıdır.

İslâm’ın ulûhiyet inancında elbette manevî keşif ve tekâmül vardır. Ama fıtratımız ve aklımız bize her sırrı bilmemize imkân vermez. Fikrî-manevî tekâmül bile şer’î hudutlarla sınırlıdır. Bu ilahî sınırlama ölçülerinin (belki de şeytanın telkinleriyle) dışına çıkarsak, bidat ve hurafelere prim vermiş oluruz. Mesela Allah’ın zatı ve mahiyetinin özelliklerine dair doğrudan doğruya düşünmemiz, bir hikmet-i ilahi olarak bizzat Allah tarafından yasaklanmıştır. Çünkü aklımızı zorlayan ve hatta onun tükenmesine sebebiyet veren bu fayda sağlamayan düşünceler, aklî hududun dışında kaldığı için, bizi manevî aydınlığa götürmez.

Allah’ı, O’nu tanımlayan sıfat ve isimlerin dışında, başka bir konumda/hüviyetle ele almaya başlarsanız O’na noksanlık izafe etmiş olursunuz. O zaman kâinatın, kaderin ve insanlığın varlığını dahî izah edemezsiniz. Cüz’i iradelerini şer’i hududa (Kuran ve Sünnete) göre ayarlamakta (belki de şeytanın telkinleriyle) zorlanan Müslümanlar, külli irade ile çatışma noktasına gelirler ki, bu da onların itikadî felaketleri olur. Şeytanın asıl gayesi de zaten budur. Halbuki sınırlı ve izafî bir tasarruf hâlinde tecelli eden cüz’i irade, imtihan şuuru ile şer’an caiz olan tevhidî tekamül için kullanılır ise, vehbî bilimler ve keşifler de o nispette murad-i ilahiyeye uygun düşerek geliştirilebilir. Bu durum Fazlullah’ın ilk yıllarında aslında aynen bu şekilde gelişmiş olduğunu tahmin edebiliriz. Fakat ilerleyen yıllarda aynı istikametin korunamadığı da ortadır. Fazlullah’ın ruh dünyasını incelemeye devam edeceğiz…