Fazlullah, 34-35 yaşlarında Tebriz’de Hz. Âdem, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’i (sav) aynı rüyada hep birlikte gördükten sonra ehil ve güvenilir bir rüya tabircisine müracaat etmemiştir. Kendi başına yapmış olduğu tevhit inancına ters düşen rüya tevili, öyle görünüyor ki şeytanın sinsî bir müdahalesiyle ortaya çıkmıştır. Bırakınız kendisinin Mehdi/Mesih olması, Fazlullah, şaşırtıcı bir şekilde peygamberlik makamının bile üstünde olduğuna inanmaya başlamıştır. Nasıl olduysa şeytanın vesvesesiyle bu basit yalancı oyuna, bizzat kendisi iman etmiş ve hidayet yolundan uzaklaşabilirim endişesine hiç kapılmamıştır. Şu uyarıcı âyeti keşke o anda hatırlayabilseydi de bu sapık düşünceden hemen Allah’a sığınmış olsaydı:

“Gerçekten bunlar (şeytanlar), onları (velileri) yoldan alıkoyar; onlar ise, kendilerinin gerçekten hidayette olduklarını sanır.” (Zuhruf: 37).

Allah’ın kullarına tanıdığı cüz’i iradenin, bir rüyaya dayandırarak, kulun ‘hür’ aslında dikkatsizliğin ve rikkatsizliğin bir sonucu olarak şeytanî iradesiyle küll-i irade boyutuna dönüştürmesi ve kişinin kendisini ‘Peygamber/ilah’ konuma getirmesi, açıkça sapkın bir tutum ve davranıştır.

İster bir manevî önder (veli, şeyh, hoca, mürşit vb) olsun, isterse siyasî bir lider (Diktatör, Sultan; Han vb.) olsun fark etmez, kim kendini “ilah” yerine koyma cüretini gösterirse, aslında ruhunu firavunlaştırmış olur. Herhangi bir ülkede adaletin yerine zulüm hâkim ise, bu orada güç sahibi olan herhangi bir siyasî liderin nefsine/şeytana uyarak, cüz’i iradesini yanlış kullanmasının acı bir sonucudur. Bir yerde de bid’at ve hurafeler gibi manevî sapkınlıklar revaçta ise, bu da orada din adına sözde tebliğde bulunan sapkın tarikat liderlerinin nefislerine yani şeytanın tuzağına düşmelerinin vahim bir neticesidir.

Şeytan, gaflete düşürebilecek adayların kimlik, makam ve özelliklerine göre bazı özel mantıkî tuzaklar hazırlar. Onları gaflete, yani delalete düşmelerine sağlayacak nefse cazip gelen ve aslında cüz’i iradelerini mahkûm eden bir teşebbüste bulunur. Bir kere siyasî/manevî yönden nüfuzu olan bir lider, anlık gaflete daldı mı, cüz’i iradesini kaybetmeye başlar, hakikat ölçülerini unutur ve uyarıcı istişareleri artık dikkate almaz. Düşmanlığında haddini aşmaya başladığında münafıklığın alametlerini de sergilemeye başlar.

Gaflete İyice Sarılmak, Kalıcı Sapkınlığa Yol Açar

Şeytanın yoluna girdiklerini fark edemeyecek kadar şuursuz hâle gelen kişiler, gaflet içinde hem inatçı, hem de sabit fikirli olur. Kendilerine ikazda bulunulduğu halde yine de bildiklerinden şaşmazlar ise en nihayetinde biri siyaseten, diğeri de dinen kendini dokunulmaz ilan eder. O noktadan sonra artık adalete/hakikate dönmenin kendi kendini inkâr etmek anlamına geleceğini vehmeden nefsanî/şeytanî akıl, iflas etmiş cüz’i iradesiyle daha çok gaflete yapışır. O gaflet türü, anlık bir gafletten ziyade sistemli bir şekilde pekiştirilmiş kalıcı gerçek bir sapkın hâlidir.

İdeolojiyle/ulûhiyetle sistemleştirilmiş gaflet, artık o kişinin tek var oluş gayesidir. Bunun için her türlü siyasî/ideolojik/dinî slogan kullanmak ve bunun için mücadele etmek, sadece siyasî/manevî liderin değil takipçilerin de itaat kültürünün bir yansıması olarak genelde gönüllü olarak ifa edilen anlamsız bir görevdir.

Halbuki bu iddia ve sloganlar, akıl, mantık ve itidalden uzak cazip bir yalana dayanır. Ama siyasî/manevî liderler, bazen acziyetlerini bile bile kendi yalanlarına inanmak mecburiyetinde kaldıkları ve(ya) nefsanen istedikleri için (mitomani), inanmışlık inancı ile o kadar gerçekçi görünürler ki, özellikle avam tabakasından gelen takipçileri bile o yalana liderlerinden daha fazla inanır (kolektif paranoya). Fazlullah bağlamında somut bir örnek vermek gerekirse:

Mesela Kur’ân-ı Kerim’de geçen bütün “fazl” ile ilgili kelimeler, haşa Fazlullah’ın manevî yüceliğine işarettir ve Fazlullah da sâliklerin gözünde artık Allah’ın zuhuru şeklindedir. Fazlullah’ın baş eseri Câvidânnâme de tevil yoluyla Kur’ân’ı en doğru izah eden (ve nı sapkın mantıkî silsile yoluyla haşa onu ikame eden en son) ilâhî bir kitaptır. Halbuki Kur’ân yorumu, meale ışık tutması gerekirken ve onun yerini alması hiç mümkün değilken, tevil yoluyla Kur’ân, âdeta başka bir “ilahî kitap” ile sözde ikame edilmektedir. Böyle bir fikrî yaklaşımın kabul edilecek elbette bir yönü yoktur.

Hakikat ve tevhidî istikamet ekseninde tefekkür, istişare ve eleştiri kültürü, insanların elinden alınırsa, siyasî/manevî liderlerle birlikte takipçileri de yalanların cazibesine kapılıp bir dönem mutluluk coşkusu ve kurtuluş ümidi yaşayabilir. Yalanlar dünyasında hiçbir değerin asliyeti korunamaz, istismar ve her türlü yozlaşma baş gösterir. Fakat yalan unsurları görebilmek, feraset ile hakikati kavramak ve basiret ile doğru yolu bulmak, artık takipçileri için imkânsızdır. Onlar için yalan bile olsa kolektif duygu/bağlılık, cemaat/siyaset birliği daha önemlidir.

Uyarma mahiyetinde hakikati haykıran cesur ve tarafsız âlimler, manevî/siyasî lidere göre ya cahildir (kâfirdir), ya da vatan hainidir (düşmandır). Dolayısıyla siyasî/manevî liderin bir emri ile hakperest uyarıcılar, derhal hedef tahtasına konulur ve etkisiz hâle getirilir. Sakıncalı görülen gerçek manada Allah dostu dürüst kişilerin etkisiz hâle getirilmesinde tek geçerli unsur, artık ilim veya adalet değil elde edilen siyasî/manevî güçtür. Sapkın siyasî ve manevî liderlerin aynı dönemde yaşamaları durumunda hâkimiyeti kendi uhdelerine geçirme veya koruma açısından çatışma genelde kaçınılmaz olmaktadır. Bundan sonraki gidişat, hangi liderin daha güçlü olduğuna bağlı olarak gelişir.

Velhâsıl-ı Kelâm: Fazlullah da Timurlenk de Şeytanın Sinsî Plânına Âlet Olmuştur

İlahlık iddiasında bulunan Fazlullah, dünyaya hâkim olmanın dışında başka herhangi bir davası olmayan Timurlenk’ten üstün ve şeytanın telkinleriyle daha güçlü olduğunu zannederek, bir cihan imparatorunu kendi manevî dünyasına davet etmesinin sebebi, maddî ve manevî hükümranlığını kendi bünyesinde toplama arzusuna dayanır. Yine şeytanın bir hilesi olduğunu düşündüğüm bu garip davetiye, aslında dünyevî yönden Müslüman toplumu parçalayacak yeni bir fitnenin başlangıcı ve meta-fizik yönden ise şeytanın zaferi olacaktı.

Timurlenk Kur’ân’da Kasas ve Taha surelerinde Allah’ın Hz. Musa ile Hz. Harun’a açıkça ilahlık iddiasında bulunmuş olan Firavun’u öldürme emri vermediğini, bunun yerine peygamberlerine tevazu içinde yumuşak ve ikna edici bir lisanla zalim Fıravun’a tebliğde bulunmalarını istemiş olduğunu belki bilmemiş olabilir. Peki kendisi de zulüm konusunda pek pür-ü pak olmayan Timurlenk’e “Fazlullah’ın idamı gereklidir” fetvası veren saray ulemasına ne demeli? Feyzullah’ı ıslah etme yoluna gitme gereği duymadan, ona tövbe istiğfar etme hakkı tanımadan, kendisine şeytanî bir yola girdiğini fark etmesini sağlayan bir fırsat vermeden, sorgusuz sualsiz olarak onu hayat sahnesinden uzaklaştırma kararıvermek ne derece İslâm’a uygundur?

Peki siyaseten de rakip bildiği bir kişiyi idam ettirerek, Timurlenk, uzun vadede ümmetin birlik içinde yaşaması açısından ne elde edebilmiştir? Koskocaman bir hiç. Daha da ötesi o da şeytanın tuzağına düşmüştür. Çünkü bu idam, İslâm coğrafyasında bugün de halen tesirini