“Carpe Diem!” – Yani “Günü yaşa!” diye bağırıyor her köşeden bir ses. Sosyal medya bunu söylüyor, reklam panoları bunu fısıldıyor, motivasyon konuşmaları bunu ezberletiyor. Ama soralım: Bu çağrı kimin yararına? Gerçekten bizim mi, yoksa başkalarının işine mi yarıyor?
İlk bakışta, kulağa masum geliyor bu cümle. Ne var ki, içi boşaltılmış, ticarileştirilmiş bir “carpe diem” anlayışıyla karşı karşıyayız artık. Kapitalizmin elinde bu ilke, hedonizme dönüşmüş durumda: “Hayat kısa, alışveriş yap”, “Şimdi eğlen, yarın yokmuş gibi!” Peki, bunun ardındaki görünmeyen yapı ne? Biz anı yaşadığımızı sanırken, aslında kimlerin senaryosuna hizmet ediyoruz?
Oysa Horatius’un dizelerindeki “carpe diem”, sadece bugünü kutlayan bir cümle değil, ölümle barışık bir yaşam çağrısıydı. O, bugünü anlamlı kılmaktan söz ederdi; yani sadece zevkten değil, bilinçten, sorumluluktan, ölçüden…
Bugün, bu çağrı yerini başka bir şeye bıraktı: Zamanı hissetmek değil, öldürmek… Günü yaşamak, çalışmadan eğlenmek değil; çoğu zaman tüketmek, geçici hazlarla kendini avutmak haline geldi. Ama neyi unuttuk? İçinde bulunduğumuz zamanı kimin inşa ettiğini… Bize verilen günü, gerçekten kendimize mi ait sandık?
Modern bireyin “anı yaşama” hali, çoğu zaman bir kaçıştır: Geleceğin belirsizliğinden, geçmişin yükünden, sistemin üzerimize bindirdiği ağırlıktan. Ama “carpe diem”i sadece bir nefes alma aralığı olarak kullanmak, onu düşünsel köklerinden koparmak olur.
Çünkü gerçek bir “carpe diem” çağrısı, sadece bireyin iç huzurunu değil, toplumsal farkındalığı da içerir. Bugünü yaşamak; sokakta yürüyen çocuğun, geçinemeyen emeklinin, susan doğanın da bugünü demektir. O zaman gün, sadece bir “an” değil, bir “anlam” olur.
Son söz mü?
Eğer günü yaşamak istiyorsak, önce kimin gününü yaşadığımızı, kimler için yaşadığımızı sorgulamakla başlamalıyız. Yoksa bir bakmışız, o “bizim” sandığımız günler, başkalarının cebinde çoktan harcanmış…