Havf ve recayı Kur’ân’dan gelen bilgiler, Peygamber Aleyhisselam’dan gelen haberler ve mutasavvıfların idrak ve tecrübelerinden edindiğimiz kanaatlerle anlamayı ve anlatmayı bir yükümlülük olarak gördüğümüzü söylemiştik.
“Kur’ân’da havf kökünden gelen veya aynı anlamdaki diğer masdarlardan türeyen fiil ve isimler 124 ayette geçmekte; bunların yarısına yakını dünyevî korku ve kaygıları, diğerleri ise Allah korkusu, azap korkusu, âhiret kaygısı, günah işleme endişesi gibi dinî kaygıları ifade etmektedir.” (TDV İA)

Havf’ın kelime anlamını vermeden önce, Enbiyâ 37. ayetin “İnsan, aceleci (acelin) olarak yaratılmıştır.” mealindeki ibaresinde geçen acel kelimesinin, Zemahşerî’ye göre Himyer dilinde çamur, Semîn el-Halebî’nin zikrinde de “balçık” anlamına gelmesini, Hıristiyan ilahiyatı ve felsefesinde endişeyi insanın özüne mal eden (“insan özünde kaygıdan yapılmadır”) anlayışla birlikte düşündüğümüzde, acelenin insanın aslına, hamuruna değgin olması bakımından anlam olarak endişe kelimesinin kiplerinden biri olabileceğini ve böylece ayetteki acelenin “İnsan aceleden yaratılmıştır” şeklinde okunabileceğini söylemeliyiz.
Havf korku; havf etmek ise korkmak demektir. (Misalli Sözlük)
Semin el-Halebî’ye göre korkudan kasıt kaygı ve sıkıntıyı içkin olan kötülük beklentisi anlamına gelmektekir ki bunun zıddı da gönül rahatlığı, iç huzuru anlamında güvendir.

Yine korku dünya ve ahiret konularını birlikte kapsadığı halde, Allah’tan korkma ile aslandan korkmanın, depremden korkma ile parasız kalmaktan korkmanın aynı türden korkular olmayışındaki gibi korkuların mahiyetleri, düzeyleri, vesileleri ve etkileri de farklıdır.

Ancak “Yoksa Allah’ın içlerine felaket korkusu salarak kendilerini cezalandırmayacağına dair güvenceleri mi var? Ama sizin Rabbiniz kuşkusuz çok şefkatli, çok merhametlidir.” (Nahl, 16/47) mealindeki hüküme göre düzeyleri ne olursa olsun korkular her halukarda Allah’ın takdirindedir ve hem Allah’ın şefkat, merhamet sıfatları gereğince hem de “Bakın, bu şeytan ancak kendi yandaşlarını korkutur. Mümin iseniz onlardan korkmayın, Ben’den korkun.” hükmüyle (Âl-i İmrân, 3/175) çift yönlü olarak sınırlanmıştır.

Öte yandan “Onların üstünde kat kat ateş olacak, altlarında da (böyle) katlar bulunacak. İşte Allah kullarını bununla korkutup uyarıyor. Ey kullarım bana karşı gelmekten sakının!” mealindeki ayete (Zümer, 39/16) göre de Allah’ın kullarını korkutması, onları günahtan sakındırmak içindir.

Yaratılış hikmeti bakımından varlıkta salt iyilik olduğunu, farklarının şeriatlarla belirlendiğini bildiğimize göre, şeyliğine bitişik olması bakımından korkunun da insanı Allah’a hem yaklaştıran hem de uzaklaştıran çift bir etkiye sahip olduğunu söylemeliyiz. Zira korkunun özünde insanı sarsan bir yan vardır ve bu sarsmada insan huzur, güven, istikrar ve rahatlıktaki eksilmeleri nedeniyle ruhen de eksilir yani kalbi zayıflar, yaşama sevinci azalır, hayat direnci düşer.

Bu bağlamda Semin el-Halebî, şu örneği vermiştir:

Hz. Ömer’den (r.a.) gelen bir rivayette, kendisi minberde Nahl 47. ayeti okumuş ve ‘tehavvüf’ (korkma) nedir diye sormuştur. Bu soru üzerine insanlar susmuş, içlerinden biri ‘yavaş yavaş (azar azar) eksilmedir’ demiştir.

Bu bakımdan korku Allah’ın hükmünde olarak kendi başına bir sınanma sebebi olduğu gibi, deprem, sel vb. doğal felaketlerden doğan şey olarak da yine bir sınanma sebebidir.
Reca kelimesine gelince: Reca ümit, emel, umma demektir (Misalli Sözlük)
Allah’a (ahirete, sorguya, hesap gününe) yani O’nun hükmüne ve vaadine eriştirilme inanışıyla endişeyi dizginlemekle kalayıp, O’ndan yana ümitvar olmak anlamındaki reca (Bkz.: Yunus, 10/7, 11, 15) çoğunlukla havf ile birlikte kullanılmış, dolayısıyla iki zıtlık bir terkipte tevhit edilmiştir.

Bu tevhidi “Kendi kendine, yalvararak ve ürpererek, alçak sesle sabah akşam Rabbini zikret, gafillerden olma.” İlahi emriyle (A’raf, 7/205) birlikte düşündüğümüzde havf ve recanın, yaratılışı yönünden büyük bir nimet olan nefsin tezhürlerinden olmakla ifrat ve tefriti kabul ederek iyilik ve kötülük vasıflarını birlikte yüklendiklerini ve dolayısıyla bu manada ikisinin de eşit olarak tesfiyeye, dengeye, ahenge muhtaç olduklarını söyleyebiliriz.
Havf ve recanın bu minvalde müminin halleri itibariyle sistemleştirilmesi ise Kur’an’ın verdiği ilgili bilgilere ve Peygamber Aaleyhisselam’ın haberlerine tabi olarak tasavvuf müessesince sağlanmış; Hicri ikinci yüzyılı yılda önce zühd tefekkürünce kullanılmış, Hicri dördüncü yüzyıldan itibaren de tasavvufi hale/mertebeye/makama mahsus bir ıstılahı olarak yerleşmiştir.