Peçetenin üzerine hafif yanlamış vaziyette uzanmış, Küçükçekmece Gölü üzerinden batmakta olan güneşi hüzünle saadet arası bir hisle sarmalanmış seyrederken fark ettim onu... İnce uzun, hafif eğri endamı ve boydan içe çökük bej rengi teninde, soluk alıp verir hissi uyandıran bir harikuladelik saklıydı besbelli... Bakışlarım ne kadar süre üzerinde asılı kaldı bilemiyorum... Geceden uykusuz çıkmanın eseri olsa gerek, zaman ve mekanla kopukluğa yol açan biyolojik bir kısa devre halinin de pençesindeydim. Kandaki şeker seviyesinin de kritik eşikten baş aşağı gittiği, ikindiden dökülen dakikaların iftara seyrettiği anlar da cabası malum...

Mırıldanışla hayıflanış arası bir sesle "Ben de yeni başlayan bir hayata şahit olduğum gün, ömrümün sonundayım şu batan güneş gibi..." denildiğini duydum mu, duyduğumu mu sandım bilemedim... Uyur uyanık denilecek halet-i ruhiyeye kapılınca böyle oluyor zahir diye kendi kendime söylenirken bir de ne göreyim! Peçetenin kenarında duran hurma çekirdeği ayağa dikilmiş bana doğru bir şeyler söylüyor(?)

"Hadi canım sende!" diyorsunuz, evet ben de aynen öyle dedim. Gel gelelim peçetenin üzerinde zıplayıp duran hurma çekirdeği gerçeği ile başbaşa idim. İster istemez ona doğru eğilip söylediklerini daha sağlıklı duymak için kulak verdim.

"Siz insanlar ne kadar mağrursunuz... Yaradan bir tek size mi dil vermiş lisan vermiş! Bir garip hurma tanesinin de zakir olduğunu bilmemek ne büyük cehalet!" Hurma çekirdeği böyle söyleyince hicab ettim, zira haklıydı. Bu alemde bütün mahlukat, biz duyamasak da  Allah'ı fasılasız zikreder. Demek benim içinde bulunduğum hâl bu küçük zakirin sesini duyup anlayacak bir hâle tesadüf etmekte diye sesli bir şekilde düşündüm. Hemen tasdik geldi hurma çekirdeğinden... Sevindim içten içe...

Sonra sohbet etmeye giriştim hurma çekirdeği ile... "Bu günbatımı seni bayağı efkarlandırdı galiba?" diye sordum. Önce bükülür gibi bir titreyişle sarsılıp toparladı kendini ve sonra anlatmaya başladı.

"Hasat edilene kadar annemden defalarca dinlemiştim Medine sahrasında... Bizler bilhassa Ramazan ayında iftarda müminler oruç açarken ağızları tatlansın diye yaratılmışız. Bu güzel akıbet için annem yani dalında büyüdüğüm ağaç tarafından layıkıyla beslenip büyütüldüm. Kardeşlerimle aylardır sıramızı bekler dururduk. Ramazan girmeden sen aldın bizi satan dükkandan... İlk günün iftarı olmadı. İkinci, üçüncü ve dördüncü gün de olmadı. Sonra bir baktım bu hastahane odasındayım. İftara beş altı saat kalmıştı ki konulduğum kaptan çıkarıldım. Ortadan ikiye ayrılıp bir müddet ezildikten sonra yeni doğmuş bir kız bebeğin ağzında emilirken buldum kendimi... İftarda oruçlu bir mübarek ağız hayali kurarken bir bebişe yemiş oldum... İçime çok dokundu bu hâl..." Son cümlesi hıçkırıkla ağlamak arası bir boğuculukta zorla söylenmiş yarım kalmış bir sözdü.

İster istemez tebessüm ettim. Daha bir hüzünlendi benim tavrım karşısında... Teskin edip yatıştırdım. Başladım anlatmaya...

"Sen Medinelisin... O mübarek beldenin bağrında Habibullah (sav) yatar bilmez misin? Bilirsin elbette... İşte o güzel peygamberin sünneti icabı yeni doğan bebeklere hurma tattırılır. Evet sen iftarda bir orucun açılışına eşlik edemedin amma bir küçük kızın dünya hayatına başladığı saatlerin şahidi, ağız tadı oldun..."

Birden atılıp sözümü kesti. "Nasıl şahit oldum anlayamadım?"

Peygamber sünnetini o niyetle icra ettim Allah'ın izniyle... Sen de küçük hurma kardeş... Sen de benim bu sünneti yerine getirişimde şahidimsin!"

Hüzün ve karamsarlık hurma çekirdeğini terk etti bir anda... Ferahladı eni konu... Sonra konuşmaya başladı: "Bak bunu bilmiyordum. Bir başka çok kıymetli akıbete çıkmış yolum elhamdülillah... Şimdi içim mutmain oldu. Sağol beni rahatlattığın için... Şahitlik hukukuna binaen son bir talebim olacak senden... Beni şu hastanenin bahçesinde bir köşeye gömüver. Bakarsın çimlenir annem gibi kudretli bir ağaç olur gölde batan güneşi seyrederim Rabbimin nasip ettiği ömür kadar..."

Elime aldığım gibi bahçenin yolunu tutarken beraberce salavat getiriyorduk. Hurma çekirdeği de Eyüp Sultan hazretleri gibi, Medine toprağından gelip İstanbul toprağına emanet olmuştu