Yolum Topkapı Sarayı’na düştü geçenlerde… Yeniden gezip dolaşayım… Tarihin diriltici iklimine bulaşayım deyip… Süzüldüm içeri… Gözümün değdiği her köşede bir tutam mazi infilak etti açılan goncalar gibi… Geçen saatlerin ve yorulduğumun farkına varmam için ayaklarımın ikazını duymam gerekmiş… Biraz dinlenip soluklanayım diye… Avlunun ortasında heybetiyle yükselen ihtiyar porsuk ağacının gölgesine sığındım.
Avlunun ruhumda estirdiği tefekkür rüzgârının, hayalime taşıdıklarıyla mırıldanırken… Kulağıma bir ses çalındı. Öylesine derinden… Davudî… Hafiften bitkin… Lakin dokunaklı bir sâdâ…
İster istemez etrafımı kolaçan ettim. Sesin sahibini arayan gözlerim, avluyu çevreleyen taş duvarlara çarpıp geri döndü. Duyduğumu zannettiğim sesin, bir yanılsama olduğuna hükmettim ki… Yine aynı ses… Bu defa daha belirgin ve anlaşılır bir şekilde “Neler gördü, neler duydu bu ihtiyar porsuk…” diyerek çınladı kulaklarımda… Yalnız kulaklarımda mı? Ruhumda çınladı sanki… Usulca dönüp gövdesinden yukarı ağacı süzerken, şaşkın bakışlarım ve tutulmuş dilimle, içinde bulunduğum hali tarife hacet yoktu. Duyduğum sesin ağaçtan gelecek hali yoktu ya… Diye içimden geçirirken… “Evet, duydun ey Âdemoğlu!” karşılığını aldım. Destur çekip Yaradan’a sığındım okuduğum birkaç sureyle… Tam bu sırada “Korkma! Dilim yok diye lisanım da mı yok sanırsın?” demez mi? Ağzımdan belli belirsiz “Nasıl yani?” suali dökülünce… “Rabbim isterse beni duyabilirsin… Bunda şaşacak ne var?” cevabını vermez mi? O an kadim edebiyattan hatırladığım bir “Acâʾibü’l-maḫlûḳāt” vakasının içinde kala kaldığımı idrak ettim.
Madem ihtiyar porsuk cevap veriyor. Başladım soru üstüne soru sormaya…
Tarih kitaplarında okuyup da ulaşamadığım… Ya da herhangi bir kaydın yahut yorumun bulunmadığı hususları dile getirdim. Ne de olsa 3-4 asırlık ömründe kaç devre şahit olmuş bir porsuk ağacıydı muhatabım(?) Anlattıklarıyla kâh güldüm, iftihar ettim… Kâh hüzne gark olup gözyaşı döktüm. Genç Osman’ın şehit edilişi… Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın akıbeti… Karlofça anlaşmasına giden bunalımlı yıllar… Prut anlaşmasıyla bükülen, Pasarofça ile kırılan kolumuz kanadımız… Aslımızdan kopuşumuzun nişanesi Lale Devri… Cezzar Ahmed Paşa’nın Napolyon’a verdiği ders… Sultan III. Selim’in dönemin musikî üstatlarını toplayarak tertip ettiği fasıl heyetleri… Şehzade iken maiyetindeki cariyelerden Cevri Kalfa'nın yardımıyla damdan kaçırılarak hayatta kalan ve tahta çıkan sultan II. Mahmud’un hikâyesi… Yapılan yanlışlar… Hatalı kararlar… Çöküş yılları… Son devirleri pek konuşamadı zira… Artık sultanlar Topkapı’yı pek tercih etmez olmuş...
Soru sormayı bırakıp sadece dinledim uzunca bir süre… Son sözleri nasihat, muhasebe yüklü manalarla doluydu. Özellikle dedi ki: “İnsan, tıpkı biz ağaçlar gibi… Özü sağlam oldu mu kar, boran, fırtına, kuraklık, yangın… Akla gelebilecek her musibetten Allah’ın izniyle çıkar. Lakin nasıl ki bir ağacın özü çürür ve için için kuruyup… Bir gün aniden devrilirse… İnsan… İnsanların oluşturduğu cemiyet de öyle devrilir. Dört asırdır için için çürüyüp kuruyuşunuzu… Ve ne acı ki devrilişinizi gördüm. Sakın ola varlık sebeplerinizi terk etmeyin… Bu ihtiyar porsuk daha ne kadar yaşar bilinmez. Lakin… Dirilişinizi… Yeniden ceddiniz gibi âleme nizam verişinizi görmek dilerim. Aman ha! Öz çok mühim… Öz… Öz… Öz… Öz!”
…/…
İrkilip gözümü açtığımda sarayın güvenlik memuru, “Özür dilerim beyefendi… Beyefendi özür dilerim! Ziyaret saati doldu…” diyerek omuzumdan hafifçe sarsıyordu. Derhal toparlanıp çıkışa doğru yürümeye başladım. Birkaç adımda bir dönüp dönüp ihtiyar porsuk ağacına bakmadan edemiyordum. Akşamüzeri Marmara’dan esen rüzgâr yorgun dallarını ince ince sallarken… Ardımdan el sallayıp hâl diliyle beni uğurluyor zannına kapılmadan edemedim.
Tarihi yarımadayı terk edip de keşmekeşin esir aldığı modern(?) İstanbul’a karışırken, öz mühim diyen ihtiyar porsuğun sesi gönlümde yankılanmaya devam ediyordu.