Her yıl 15 Mayısta dünyanın birçok yerinde Filistin için protestolar düzenlenen NEKBE günü hakkında tüm bilinmeyenleri yazarımız Nurettin Taşkesen'e sorduk.

Nurettin Bey, Filistinlilerin başına gelen Nekbe felaketi pek fazla bilinmiyor. Kısaca açıklar mısınız Nekbe nedir?

Efendim, Nekbe veya farklı telaffuzla Nakba, 15 Mayıs 1948'den başlayarak Filistinli Müslümanların başına gelen büyük felakettir. Bilindiği gibi 14 Mayıs'ta Ben Gurion'un Telaviv'de kuruluşunu ilan ettiği İsrail, aslında bütün Müslümanların bir felaketidir. Ama doğrudan hedefi Filistin ve Kudüs olduğu için, sadece Filistinliler buna Büyük Felaket anlamına gelen Nekbe adını vermişlerdir. Bu felaket sonunda, Filistin'in 950 bin nüfusundan 750 bini (% 80'i) katliam, şiddet ve baskı ile yurtlarından, topraklarından sürgün edilmiş mülteci durumuna düşmüştür.

Kafa karışıklığını gidermek adına şöyle sormak istiyorum. Nekbe, Avdetül Kübra yani Büyük Dönüş ve Toprak günü diye değişik isimler altında gösteriler yapılıyor. Bir de sembol olarak anahtar kullanılıyor. Bunları tek tek açıklar mısınız?

Tabii memnuniyetle. Nekbe'yi kısaca açıkladım. Avdetül Kübra ise Nekbe'nin bir sonucu olarak Filistinli Müslümanların evlerine, topraklarına geri gelecekleri Büyük Dönüşü ifade ediyor. Zaten sorduğunuz anahtar işte bu dönüşün sembolüdür. Ama bu anahtarlar sadece sembolik değil, Filistinlilerin evlerinin gerçek anahtarıdır ve 71 yıldır sakladıkları bu anahtarla bir gün evlerinin kapılarını açacaklarına inanıyorlar. Toprak Günü ise 30 Mart 1976'da İsrail'in kanunsuz bir şekilde Celile bölgesinde Filistinlilerin binlerce dönüm toprağına el koyması, gasp etmesinin yıldönümüdür.

Peki bu Büyük Dönüş Yürüyüşü ve Toprak Günü ile ilgili gösterilerin maksadı ve dayandığı hukuki bir zemin var mıdır? Beklenen sonucu sizce nedir?

Bu gösterilerin dayandığı hukuki zemin, Birleşmiş Milletlerin almış olduğu kararlardır. Bunlarda iki önemli vurgu yapılmıştır: Birisi Filistinli mültecilere geri dönüş hakkının verilmesi ve gasp edilen topraklarının iadesi, ikincisi ise Kudüs'ün uluslararası statüsünün asla bozulmaması. Uluslararası hukuka saygısı olmayan Siyonist zihniyet hiçbir BM kararını kabul etmemiş, tam tersine 2017'de ABD'nin desteğiyle Kudüs'ü fiili başkent yapmaya cür'et etmiştir. Benim kanaatim, eğer BM, gerçek işlevini yürütecek bir duruma gelir ve Beş Vetocu'nun hegemonyasından bir gün kurtulursa, o zaman çeşitli ülkelere dağılmış bulunan bu altı milyona yakın Filistinli mülteci kendi topraklarına geri dönebilir.

Filistin'deki Müslümanların yaşadığı ve yaşamakta olduğu bu felaketlerin temeli nereye dayanıyor? Bu kutsal topraklar eskiden barış, hoşgörü ve kardeşliğin ülkesi olduğu halde, nasıl oldu da bu hale geldi?

Evet çok haklısınız. Bu barış, hoşgörü ve adaletin temeli Hz. Ömer'in Kudüs Fethi sırasında Hıristiyan ve Musevilere verdiği Emanname'ye dayanmaktadır. 1099 yılındaki Birinci Haçlı seferinde yaşanan katliam ve işgalden 88 yıl sonra Selahaddin Eyyubi Kudüs'ü tekrar fethedince, ehli kitaba aynı hakları tanıdı. Yavuz Sultan Selim'den sonraki 400 senelik Osmanlı idaresi, bu topraklarda barış, huzur ve adaletin teminatı oldu. Ama 1917'ye gelince birden her şey tersine döndü.

1917'de ne olduğunu Haber Vakti okuyucularına kısaca özetler misiniz?

Efendim, 1917 bir başlangıç değil, bir sondur. Kudüs'ün elimizden çıkışının acı ve üzücü tarihidir. Olayların başlangıcı ise Birinci Dünya Savaşı'na dayanmaktadır. İngiltere'nin başını çektiği Son Haçlılar, bütün Müslümanların hamisi olan Osmanlı Devletini tarih sahnesinden silerek, iki önemli gayeyi gerçekleştirmek istiyordu:

Birincisi: Ortadoğu'da yeni keşfedilmiş olan petrolü Müslümanlara bırakmamak.

İkincisi: Kudüs ve Filistin'i Müslümanlardan alarak bir Yahudi devleti kurdurmak.

11 Mart 1917'de Bağdat'ı ele geçirerek birinci gayelerini gerçekleştiren İngilizler, 9 Aralık 1917'de Kudüs'ü işgal ederek ikinci hedeflerine ulaşmak için gerekli altyapıyı hazırladılar. Zaten İngiltere'nin 2 Kasım'da deklare ettiği Balfour Bildirisi ileride kurulacak bir Yahudi devletinin güvencesiydi.

1917'den 1948'e kadar Filistin'de neler yaşandı acaba? İsrail'i kurmak için neden 30 sene gibi uzun bir zaman beklendi?

Birleşmiş Milletler'in 24 Temmuz 1922'de kabul ettiği İngiliz Manda Yönetimi, Yahudi ve Araplara eşit mesafede durması, hukuk ve adalet içinde hareket etmesi gerekirken Siyonistlerin emrine girmişti. Filistin'e gelen ilk İngiliz yönetici Herbert Samuel tam da onların aradığı biriydi. Siyonizm'in yaptığı işgal planına göre ilk iş, mümkün olan en çok sayıda Yahudi'nin Filistin'e göç etmesini sağlamaktı. 1882 yılında başlayan ilk Aliyah (toplu göç) hareketi ile Akdeniz'in Hayfa ve Yafa kıyılarında oluşturulan kolonilerin sayılarının artırılması ve genişletilmesi gerekmekteydi. Bu göçlerin teşvik edilmesi ve finansmanının sağlanması için başta Rothschild ailesi olmak üzere zengin Yahudi işadamları kesenin ağzını açmışlardı.

İngiltere'nin 31 Aralık 1922'de yaptırdığı sayımda Filistin'de yaşayan 757 bin kişinin, 663 bini Müslüman, 83 bini ise Yahudi idi. (Yüzde 88'e, yüzde 11) Almanya'da Nazilerin yaptığı katliam yüzünden 1945'e kadar 400 bin Yahudi Filistin'e geldi ve toplam nüfusları 600 bine çıktı. Bu demografik yapıya rağmen Siyonist propaganda; Filistin'in halksız bir vatan, işlenmemiş topraklarının ise bir çöl olduğunu iddia ediyordu. Dolayısıyla bütün dünya Yahudilerini, buraya gelip istedikleri kadar arazi alabileceklerine ve tarım yapabileceklerine inandırmıştı. İsrail'in 4. Başbakanı Golda Meir'in şu sözleri Siyonizm'in yalanlarıyla dünyayı nasıl kandırmaya çalıştığının en bariz delilidir: "Bir Filistin halkı yoktur. Bizler gelip de onları kapıya koyduğumuz ve ülkelerini ellerinden aldığımız için değil. Onlar mevcut değildir."

Bazı art niyetli çevrelerin kasıtlı olarak gündeme getirdiği bir iddia var. Güya Filistinliler topraklarını Yahudilere satmışlar ve bu yüzden vatanlarını kaybetmişler, deniyor. Bu konuda neler söylersiniz?

Efendim, öncelikle şunu ifade etmek isterim. Dünyanın en etkili ve ikna edici propaganda gücü Siyonistlerin elindedir. Çünkü finans ve medya sektörüne hakim durumdadırlar. Yani "kar siyahtır" diye bir iddiayı ortaya atıp onu öylesine anlatırlar ki, siz elinizde tuttuğunuz bembeyaz karın gerçekten siyah olduğuna inanırsınız.

Tarihi belgeler, Birinci Dünya Savaşı'ndan önce bazı Arapların, Yahudi kolonileri kuran zenginlere toprak sattığını söylüyor. Fakat bunun oranı % 1'i geçmemiştir. Bu satışlarda genellikle aracı olan Hıristiyan Araplar, arazileri alıp daha sonra Yahudilere satmışlardır. Zaten o dönemde henüz bir Yahudi devletinin kurulması söz konusu bile değildir. İngiliz Manda Yönetimi sırasında ise Filistinlilere öyle baskı ve şiddet uygulanmıştır ki, satmaya gerek kalmadan ağır vergileri ödeyemeyen Müslümanların arazileri ellerinden alınarak Yahudilere sembolik meblağlarla verilmiştir.

Yani Siyonistler sadece nüfusu artırarak mı Filistin'e hakim oldular?

Hayır, bu sadece ileriye dönük bir hazırlıktı. Asıl etkili olan silahlı mücadeleydi. Bunu da silahlı terör örgütleri kurarak yaptılar. Zaten İngiliz işgalinden önce başta Nili olmak üzere Bilu, Gideon, Bar Giora, Haşumer ve Hamagen gibi örgütlerle önemli tecrübeler edinmişlerdi. İşgalden sonra ise Haganah, Palmach, Irgun, Lehi gibi daha profesyonel örgütler kuruldu. Bu silahlı terör örgütleri, korkutma, yıldırma hatta öldürme yöntemiyle Filistinlileri evlerinden, topraklarından uzaklaştırmak için yoğun faaliyet yapmaya başladılar. İngiliz Manda yönetimi bu terörist eylemleri görmezden gelerek, buna karşı silah edinip ailelerini ve topraklarını korumaya çalışan Filistinlileri ise en ağır şekilde cezalandırılıyordu. Evinde, üzerinde silah veya mermi bulunduran bir Filistinlinin cezası idama kadar gidebiliyordu.

Artan Yahudi göçü ve Manda Yönetiminin baskısı Filistinlileri bir boykot ve isyana sevk etti. 1936 yılında başlayan ve üç yıl devam eden olaylarda İngilizlerin çok sert tedbirleri yüzünden yüzlerce Filistinli öldü, binlercesi yaralandı. Olaylar bastırıldığında önde gelen Filistinli liderler ya şehit olmuş veya sürgüne gitmişti.

Siyonistlerin daha sonra İngilizleri hedef almalarının sebebi neydi?

Artık kendilerince yeterli hazırlığın yapıldığına inanan Siyonistler, İngiliz Manda Yönetiminin elindeki tüm askeri ve idari imkânları kullanmak için onların bir an önce Filistin'den ayrılmasını istiyordu. İngiltere sonunda Filistin meselesinin çözümünü Birleşmiş Milletlere havale etti. ABD'nin ağır baskısı ile Birleşmiş Milletler 29 Kasım 1947 tarihinde aldığı 181 nolu taksim kararıyla, Filistin topraklarını Arap ve Yahudiler arasında böldü: % 56,5 Yahudilere, % 43,5 Müslümanlara verildi.

Siyonistler Müslümanlara karşı şiddet ve terör hareketlerine giriştiler mi?

Elbette, saymakla bitmez. Ama en önemlisi ve Müslüman halk üzerinde en etkilisi Deyr Yasin Katliamıdır. 9 Nisan 1948 Cuma günü sabaha karşı, 600 Filistinli Müslümanın yaşadığı Deyr Yasin köyüne gelen 120 Irgun ve Lehi militanı, acımasız bir katliam yaparak çoluk çocuk demeden tam 254 kişiyi hunharca şehit ettiler. Görgü şahitlerinin raporlarına göre, kadınlar ve çocuklar öldürülmekle kalmamış, annesinin karnındaki yavrular bile bıçaklarla çıkarılıp parçalanmıştı. Filistinli köylülerin topraklarını bırakıp göç etmeleri bu katliamdan sonra hızlanmıştı. Zaten Yahudi terör örgütlerinin yapmak istedikleri de buydu.

Bu katliamdan bir ay sonra Telaviv'de İsrail kurulduktan sonra neler yaşandı?

En başta söylediğim gibi İsrail'in kurulduğunun ertesi günü 15 Mayıs'ta bütün Filistinlilerin felaketi başladı. Çünkü Siyonistler BM'nin taksim planına göre mevcut Müslümanlarla aynı ülkede yaşamak istemiyorlardı. Filistin topraklarının % 90'ına sahip olmak şartıyla, en fazla % 10'luk bir azınlık Müslüman nüfusa tahammül edeceklerini düşünüyorlardı. Bu yüzden en kısa zamanda Filistinlilerin yurtlarından sürülmeleri gerekiyordu. 15 Mayıs'tan itibaren Haganah ve diğer terör örgütlerinin militanları İsrail Silahlı Kuvvetlerine katıldı ve 35 bin askerle bütün Filistin şehir ve köylerini işgale başladılar.

Peki hiç bir Müslüman devlet Filistin'e yardım etmedi mi?

Elbette yardım ettiler, ama bu göstermelik bir yardımdı. Arap Birliği; Ürdün, Mısır, Suriye, Irak, Lübnan kuvvetlerinden oluşan 21 bin kişilik bir koalisyon ordusunu Filistin'e gönderdi. Aslında bu beş devletin askerleri içinde eğitim ve donanım açısından en iyi durumda olan Ürdün Arap Lejyonu idi. Diğer birlikler düzensiz ve koordinasyondan yoksundular. Fakat gelin görün ki, Ürdün Arap Lejyonunun başında komutan olarak İngiliz Sir John Bagot Glubb Paşa vardı. İsrail ise geniş bir seferberlik emriyle bir ay içinde asker sayısını 65 bine, Aralık'ta ise 95 bine çıkardı. Çatışmaların durduğu ateşkes dönemlerinde Doğu Bloku'ndan silah ve cephane takviyesi yaparak Arap ordularına karşı üstün duruma geçti. Savaşın sonucunu da bu güç üstünlüğü tayin etti.

Burada çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekir. Beş Arap ordusu arasında ciddi bir askeri koordinasyon olmadığı gibi, ülkelerin yöneticileri arasında da siyasi olarak hiçbir ortak hedef bulunmuyordu. Her biri menfaati için kendine yakın bölgede bir operasyon yapıp, kısa yoldan bir şeyler elde etmeye çalışıyordu. Ama en ilginç olan Ürdün'ün durumuydu.

Ürdün İsrail'e karşı savaşmadı mı?

İngiliz Glubb Paşa, bu sorunun cevabını daha sonraki yıllarda "Sahte savaş" diyerek verdi. Şerif Hüseyin'in oğlu olan Ürdün Kralı Abdullah daha İngilizler'den bağımsızlığını alalı iki sene bile olmamıştı. Kral Abdullah aslında İsrail'in kuruluşuna karşı değildi. Onun hayalinde Suriye, Lübnan, Ürdün ve Batı Şeria'yı içine alacak Büyük Suriye Kralı olmak vardı. Bunun için Yahudi Temsilcileri ile görüşmekten çekinmemişti. En önemli görüşme 17 Kasım 1947 tarihinde Kral Abdullah ile Golda Meir başkanlığında, Şeria Nehri kıyısındaki Naharayim'de gerçekleşti. Bu toplantıda Yahudilerin Filistin'de bağımsız bir devlet kurmalarına karşılık, Ürdün'ün Filistin'in topraklarının bir bölümünü işgal etmesi prensip olarak kabul edilmişti. Ortak düşman olan Kudüs Baş Müftüsü Hacı Emin el-Hüseyni'nin başkanlığında bağımsız bir Filistin devleti kurulması ise kesinlikle engellenmeliydi.

Sonuçta 15 Mayıs'tan sonra bazı bölgelerde Ürdün Arap Lejyonu İsrail Silahlı Kuvvetleriyle çatıştı ve Doğu Kudüs'ü ele geçirdi. Fakat Lejyon daha önce mutabık kalındığı üzere Taksim Planında Yahudilere bırakılan bölgelerden geri çekildi. Arap Kurtuluş Ordusu'nun çekildiği bölgelerde yaşayan binlerce Filistinli sahipsiz ve korumasız kaldı. İsrail, işgal ettiği köy ve kasabalarda yetişkin erkekleri direnişçi diye öldürdü, çocuk, kadın ve yaşlıları ise kuzeye ve doğuya doğru sürgün etti.

Nekbe bu şekilde mi başladı?

Evet, Kudüs, Yafa, Lod, Remle, Hayfa, Akkâ, Safed ve Taberiye'den sürgün edilen binlerce insan perişan bir halde Gazze'ye, Lübnan'a ve Batı Şeria'ya gitmeye çalıştı. Katliamdan kurtulan yüzlerce Filistinli bu defa yollarda hastalık, açlık ve susuzluktan öldü. Mülteci Kamplarına ulaşanları ise sıkıntılı, zorlu ve sefaletle dolu bir hayat bekliyordu. İşte Filistinlilerin NEKBE dediği felaketin başlangıcı böyle olmuştu.

Cenin Mülteci Kampından Halid Raşid Mansur anlatıyor: "Hayfa'dan kaçarken şahit olduğum bir olayı unutamam. Bir kadın çığlıklar atarak ağlıyordu. Çünkü kaçarken bebeği yerine bir yastığı kucaklayıp çıkmıştı. Efsane gibi geliyor ama gerçek. Kendi gözlerimle şahit oldum."

Evet, O günleri yaşayanların anlattıkları, bir halkın nasıl yurtlarından acımasız ve kanlı bir şekilde sürüldüğünü, geriye kalan evlerin, bahçelerin, toprakların Yahudiler tarafından nasıl gasb edildiğini çok açık bir şekilde göstermektedir. Bazı köylerde ise camiler, okullar, çarşılar hatta mezarlıklar buldozerlerle dümdüz edilmiş, Filistinlilerden geriye en küçük bir iz kalmasına bile tahammül edemeyen işgalci Siyonist zihniyet gerçek yüzünü göstermiştir.

Anahtarlarını o zaman mı yanlarına aldılar?

Filistinliler evlerinden kısa bir zaman için ayrıldıklarını düşünerek, anahtarlarını yanlarına almışlardı. Bu yüzden anahtar Nekbe'nin sembolü oldu. Evlerinin anahtarlarını saklamaya devam eden Filistinliler "avdetül-kübra" adını verdikleri büyük dönüş gününü beklemektedirler. Birleşmiş Milletler 11 Aralık 1948'de 194 sayılı kararla mülteci durumundaki Filistinlilerin topraklarına geri dönmesini ve Kudüs'ün uluslararası statüye kavuşmasını öngörmüştü. Fakat hiçbir BM kararına uymayan İsrail, uluslararası hukuku hiçe sayarak 71 yıldır mültecilerin geri dönüşüne izin vermemiştir.

Bir de kısaca 1967 savaşı ve Doğu Kudüs'ün işgalinden bahseder misiniz?

Aslına bakarsanız 1967 Savaşı başlı başına bir röportaj konusudur. Tarihte benzeri çok az görülen bu savaşta; İsrail 6 günde hedeflerini fazlasıyla elde etmiş, Arap ve Müslüman dünyası için yüzkarası bir zelil mağlubiyet yaşanmıştır. Bu askeri başarının İsrail'e en önemli ve peşin mükafatı ise, içinde Mescidi Aksa'nın da bulunduğu Doğu Kudüs (kadim şehir / old city) ile Batı Şeria'nın işgaliydi. Zaten bütün Filistin'in kendilerine ait olduğuna inanan Siyonist zihniyet için bu, tarihi haklarının geri alınmasından ibaret bir girişimdi. Mısır'dan ele geçirilen Sina Yarımadası ile Suriye'den alınan Golan Tepeleri ise, sürekli genişleyen sınırlarının güvenliğini sağlayan stratejik bölgelerdi.

Savaştan sonra neler yaşandı?

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi pek çok müzarekeden sonra 22 Kasım 1967’de Orta Doğu’da barış için gereken ilkeleri sıralayan 242 sayılı kararı oy birliği ile kabul etti. Karar, adil ve devamlı bir barışın tesisinin şu iki prensibin uygulanması ile mümkün olacağını söylüyordu:

* İsrail'in son çatışmada işgal edilen bölgelerden geri çekilmesi.

* Tüm iddialardan vazgeçilmesi, egemenlik, toprak bütünlüğü ve bölgedeki her devletin siyasi bağımsızlığına saygı duyulması, her türlü tehdit ve şiddet hareketinden uzak durulması.

Fransa 242 sayılı karardan sonra İsrail'e silah ambargosu koydu. Amerikan Parlamentosu da bu ambargo kararına uydu. Fakat Başkan Johnson Aralık ayında bunu kaldırttı. İsrail tarafından sipariş edilmiş Fantom uçaklarını teslim etti. 1945'de Başkan Truman ile başlayan ABD'nin Siyonizm hamiliği, günümüzde ilginç bir isim benzerliğiyle Trump tarafından devam ettirilmeye çalışılmaktadır.

Son olarak günümüzdeki Filistinli mültecilerin durumu ile ilgili neler söylersiniz?

Evet şu anda dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış ve sefalet içinde yaşayan 6 milyona yakın Filistinli mülteci var. Bunlara yardım için kurulmuş olan BM'ye bağlı UNRWA (Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı) adlı organizasyonun çok büyük desteği olmaktadır. 8 Aralık 1949 tarih ve 302 sayılı BM Genel Kurul kararıyla kurulmuş olan UNRWA, 2017 yılından itibaren ekonomik kriz içine girmiştir. Çünkü bütçesinin büyük kısmını karşılayan ABD, Başkan Trump'ın talimatıyla yaptığı mali desteği 300 milyon dolar azaltmıştır. Hatta İsrail, ABD'nin bu kuruluşa yaptığı yardımı tamamen kesmesini istemektedir.

Bu mülteciler, Ürdün, Lübnan, Suriye gibi ülkelerle, Kudüs, Gazze ve Batı Şeria'da bulunmaktadır. Bu insanlar, hiçbir ülkenin vatandaşı sayılmamakta ve hiçbir sosyal hakları bulunmamaktadır. UNRWA, bu mültecilere başta gıda ve sağlık yardımı olmak üzere, eğitim, sosyal güvenlik desteği ve küçük girişimcilere kredi sağlamaktadır. İslam ülkelerinin mali desteği arttıkça, mülteci kamplarının hayat şartlarında belirli bir iyileşme sağlanacaktır.

Yazar Nurettin Taşkesen'in Kudüs ve Filistin konusunda yayınlanmış üç kitabı bulunmaktadır:

Yüzyıllık Hasret Kudüs 1917

70 Yıllık Filistin Dramı Nekbe

Özgür Kudüs'ün Şifresi Selahaddin Eyyubi.