Ramazan geçti gitti… Bayram ha keza… Elde kalan ne? 

Kalplerdeki tortuyu bir nebze savuran bir meltem esti. Nisyan kuşattı yine her yeri… Unutmayı unutmadıkça kul kısmına felah var mı aceb? 
  

Unuttuk… Nereden gelip nereye gittiğimizi…
Unuttuk… Bizi bizde tutan hasletlerin vazgeçilmezliğini… 
Unuttuk… Aslında Sıratı burada yürüdüğümüzü…
Ve unuttuk… Hakikatten koptukça büyüyen öksüzlüğümüzü!

* * *

Yalan dünyada yalana tevessül etmek… Nasıl bir haleti ruhiye? Bile bile lades tutuşmak zira… Olması gerektiği gibi olmayan… İncir çekirdeğine dolmayan bir akıştayız. Mevsim bahara, yaza erse de… Hep kıştayız! Hep kıştayız…

İmtihanımız çetinleşirken… Başımıza geleceklerin derin sükûtunda üşüyoruz. Ayaklarımız birbirine dolanmasa da… Belli belirsiz… İnceden ve sessiz düşüyoruz.

Kırgınız… Kırılıyoruz… Kırıyoruz… Tuz buz ettiğimizin kendimiz olduğunu fark etmeden… Kendi ayaklarını gagalayan kafes tavukları gibi… 

Yediğimiz… İçtiğimiz… Soluduğumuz… Giydiğimiz… Ve daha neler… Sorgulanmaya muhtaç… Pusuya düşmekten menziline varamayan göçmen kuşlar misali… Bizi kayıranla kanadımızı ayıranın aynılaştığı… Tuhaf bir zamana… Tuhaflığın vakayı adiyeden olmak yolunda… Doludizgin koştuğu bir demde…  HasbünAllah diye diye… Öğütüyoruz hissemize düşen dakikaları… 

* * *

Mevsim bahar… Peki, bu vakitsiz hüzün neyin nesi? Gözlere yerleşen sıcak buhar da nereden çıktı? Boğazın yamaçlarında uzanan erguvanların neşesi de kifayet etmiyor! Nisan yağmurlarının hükmü kalmamış gibi… Bulutların yapaylaştığı… Umutların dağlar aştığı… Fıtrata aykırılıkların bulaştığı bir mevsimden hicret etme arzusu mu gönül yakan? 

Tabiat… Fotoğraf karelerinde piksellere hapsolmuş… Beş duyudan azat edilmiş… Gül dalında mahcup… Oya ağaçları sabrı hıfzetmekte… Manolyalar heybetinden pişman… Kelebeklerin ömrü kadar bile âna tutunamayışın kederi… Sahi… Nedir bu keşmekeşten sıyrılmanın ederi?
İki arada bir derede… Dünden ötede, yarından beride… Günle gecenin kavuştuğu… Seherin usuldan savuştuğu… Zikirden fikre devrilen… Çıktığı her yolun başından ısrarla çevrilen… Hali izmihlale terkedilmiş… İstikbale yazılmış ucu yanık bir mektup gibi mahzun… Lakin yeis nedir bilmeden… Soluk alıp vermenin bir hikmeti var muhakkak… Bilme kapıları açıldığında anlayacağımız bir hal-i pür melâl bu!

* * *

Yapaylaştırılmış… Yapaylaştırılıyor… Her şey… Yapay derken yabancılaştırılıyor aslında… İnsana, insan olduğunu unutup da hâşâ Tanrıcılık oynayanların eliyle biçilen akıbete bak! Akıllı cihazlar, akıllı şehirler, akıllı bilmem neler! On beş dakikaya hapsedilecek hayatlar… Sovyet Rusya’nın kolhozları, dijital hokkabazlıkla yeniden hortluyor zahir… Karl Marks’tan ilham (?) alarak, “Dijitalleşmek afyondur!” diye çığlık atası geliyor insanın… 

Rahmetli Yusuf Has Hacib, “İnsan çoktur, insanlık azdır.” demişti ya… O çokluğu da manen yokluğa sürmeyi dileyen bir güruhla yüz yüzeyiz… Sanıyoruz ve kanıyoruz… Kandırılmak için hep hazır kıtayız… Bütün âlemi sersemleştirenlerin işini kolaylaştırmak için hiçbir şey yapmamak kâfi… Kanıyoruz… Hakikat dert değil duymak istediğimiz söylensin yeter… Kanıyoruz… İçilmemesi gereken bir pınardan avuç avuç içtikçe kanıyoruz.  Kanıyoruz… Şerrin neşteri ruhumuzu kesip doğradıkça kanıyoruz. 

Bir dur noktası var elbet… Bir toslanacak duvar… Her şeyi olması gereken hale, yerli yerine iade edecek bir “Kün!” vakti var… Suniliğin yavan tadıyla dumura uğramış damaklar… Ve ille de çatladığında dudaklar! Rahmet yetişir imdada… O vakte kadar havf ve reca arasında… Hüzün şalına bürünüp Karacaoğlan misali az konuşup çok susmalı… Ki gönül lisanına muhatap olsun yâr ile ağyâr:

Bizim pencereler yele karşıdır,
Muhabbet dediğin karşı karşıdır…
Girebilsen bu sinemde neler var!
Gülüp oynadığım ele karşıdır…