Milli Eğitim Şurası  Dün (1 Aralık 2021) başladı. Şura, Cumhurbaşkanı himayesinde düzenleniyor. Suni  ve yalancı gündemler yerine yerli ve milli çözümler; asıl ve kök eğitim sorunları gündeme alınsın diye Şûra komitesine  çok sayıda teklif gitti. Kampanyalara varan çalışmalar yapıldı. Ancak ne varki; yer demir gök bakır. Bu teklifler gündemde yer almadı. 

Milli eğitim, milli iradeye direniyor.  Asıl problemleri gerçek çözümleri sunan aydın ve uzmanlarımız  göz ardı ediliyor. Mesela  Nurettin Topçu gibi  maarif davamızın gerçek müdafilerinin çözüm formüllerinin gündeme alındığını görmedik. Halbuki  doğuyu da batıyı çok iyi bilen dünya çapında   eğitim uzmanlarımız var. 
Şûra  asıl  beklentileri  yine gündemine  almadı.  Kendi sunduğum çözüm önerileri ve  talepler gündeme alınmadığını gördüm.  Aynı şekilde çevremde sahanın uzmanı eğitim bilimci  üstadların tekliflerinin de çöpe gittiğini görüyoruz. 

Geniş kapsamlı   hazırladığım raporu  Şûrada sunmak istedim. Bunun için çeşitli çabalar sarfettim.  Buna rağmen  Şûraya davet edilmedim. Halbuki eğitim problemlerini uzun yıllardır uzmanca ele alan yazılar  kaleme alıyorum. Maarif davamızı her platformda savunuyor,  bu konuda çalışanlarla işbirliği yapıyorum.  Ülkemizde çok az sayıda  bulunan  eğitim yazarlarından birisiyim. Bu konuda uzmanca düşünen birisi olduğuma inanıyorum. Eğitimin gerçek problemlerini gündeme taşıyor,  aynı zamanda popüler bilim yazarlığı yapıyorum. Eğitim danışmanlıkları yaptım. Kendi sahamda da uluslararası tanınırlığı, çok sayıda bilimsel ödül ve eseri  olan birisiyim.     

Ne yazıkki  Milli Eğitim sistemimizin en temel ve acil sorunlarının görmezden gelindiği  bir şûraya daha tanık olacağız. Milli Eğitimdeki akıl almaz karmaşa ve çözümsüzlük içinde  Şûra bir ümit olarak belirmişti. Yedi yıldır toplanamayan Şûradan  beklenti üst seviyede idi.  

20. Milli Eğitim Şûra gündemi  bize  şunu söylüyor: Rahmetli Erbakan Hocanın dediği gibi "bunlar pansuman tedbirleri" bile değil. Ölü doğan bir bebek görüyoruz
Şûra, niçin milli iradenin sesi haline elmiyor ve halkın beklentilerine cevap vermiyor? Şûra gündemini ve konularını kim belirliyor?   Şuraya halkın ve cumhurbaşkanının beklediği, milli iradenin  umduğu gündemler  niçin hakim olamuyor?   Bunlar cevapsız kalan sorular.  Evet  yerli ve mili  çözümden yana olanların   talepleri kaale  alınmıyor.  Öyle anlaşılıyor ki sayın Cumhurbaşkanının beklentileri de Şûrada yer almıyor. Çünkü Sayın Cumhurbaşkanı şunu söylemişti: 
“Ülke olarak çok önemli mesafeler kat ettik. Ancak bu süreçte iki alanda, eğitimde ve kültürde hedeflediğimiz noktaya gelemediğimizi üzülerek söylemek istiyorum.”   
Bilal Erdoğan’da Şûraya gündem olması gereken asıl hastalığı şu şekilde dile getirmişti: 

"Batı paradigmasında büyüyen çocuk maalesef en düşük bilinç düzeyinde yetişiyor, maişet kaygısı ile büyüyor. Ne ülkesine ne insanına ne ümmetine bir faydası olmuyor." 

Evet temel sorun bu.  Bu sebeple Şûradan en temel beklentimiz  eğitimi maarife dönüştürecek çabalara sahne olması;  milli paradigmalarla eğitim hayatımızın yeniden inşası için gerekli kararların alınması.

İçinde bulunduğumuz gruplar ve çevremde sürekli konuşulan şu: Halkı ve cumhurbaşkanını; milli iradeyi dinlemeyen bir Milli Eğitim Yönetimi var. Peki ipler kimin elinde?  Bu kimin Milli Eğitimi? 

Bu sorulara cevap vermekte doğrusu çok zorlanıyorum .

Şûranın ele alacağı konuların hepsi de pansuman tedbirler. Bunların hepsi devlete ciddi maddi yük getiren ancak eğitim alanında hiçbir sorunu çözmeyecek teklifler. Sanki bir el devleti cezalandırıyor. 

Peki nedir asıl beklentiler?  Her şeyden önce, kendimizin tasarlayıp kurduğu bir eğitim modelinin oluşturulduğu  gündemler istiyoruz.   Şûra milli ve yerli  çözüm yolunu,  ve kendi eğitim modelimizi ortaya koymalı.    

Çünkü mevcut hali ile   Milli Eğitim  düzeni, insan  ve bilim felsefeleri ile; vizyonu, müfredatı ve  ders  muhtevaları ve yöntemleri ile   bizim bütün değerlerimizi dışlayan bir anlayışla kurulmuş bir sistem. Bu  yapı  içinde alacağınız her tedbir, badana reformlardan öteye gitmeyecek, sistemin eziciliği ve yıkıcılığı güçlenecektir.
Başkalarının  bizim için tasarladığı belli olan  bu   eğitim düzeni  içinde yapacağımız her değişiklik ve düzenleme,  “sömürü düzeninin”  etkisini güçlendiriyor.  O yüzden şimdiye kadar yapılan reform ve düzenlemeler  sömürü düzenince oluşturulan  “Hapishane” şartlarını modernleştirmekten ibaret kaldı.  
Kendinize ait değerlerle kuramadığımız dünyada  başkalarının pazarı ve acentası olmaktan kurtulamıyorsunuz. Yerli ve milli olmayan eğitimle yerli ve milli ekonomiyi de kuramıyorsunuz. Dövize bağlı  ekonomi sizin en zayıf tarafınız haline geliyor. 

Ülkemizde Eğitimle Cahilleştirme Programı Uygulanıyor

Eğitimle insanları   düşünemeyenler haline getirme ve medya ile cahilleştirme metodu   18. ve 19. yüzyılda Sömürgeci Batı’da geliştirildi ve insanları zihnen köleleştirme vasıtası olarak  kullanılmaya başladı.   Avrupa’da  kurulan ve geliştirilen manevi değerleri dışlayan,   materyalist eğitim sistemi sömürge ülkelerine uygulanıyor;  kendisinin dışındaki bütün dünyayı sömürmeyi ve soymayı planlıyordu. Bu eğitim sisteminin uygulandığı ülkelerde insanların   maddi ve manevi bütün değerler ellerinden alınıyordu. Bu sömürü düzeninde; insanlar,  rahatlıkla güdülebilecek varlıklar haline getiriliyordu.  Ahlaki hiçbir değer ve ilke yoktu.  Eğitim yolu ile sadece bize değil Dünyanın her tarafına nüfuz ettiler.  Ülkemiz de dahil, çoğu  ülkeler doğrudan ya da dolaylı olarak işgal altına alındı. 

Sonra oralardan çekilir gibi yaptılar. Ancak çekilirken birkaç şartı kabul ettirdiler. Bunların başında da o ülkelerin eğitim sistemlerini, her şeyiyle kendilerinin yani  emperyalistlerin anlayışlarına  göre kurmaları şartı vardı.

Sözün özeti, bize rağmen, bizim ülkemizde kurulmuş olan  mevcut eğitim sisteminin dünya görüşü;    eğitim felsefesi,  insan felsefesi  ve bilim felsefeleri,  tarih, kültür ve değerlerimizle çelişiyor. Hatta milletimizin değerleriyle ortak yönü de  bulunmuyor.   

Asıl  sorunlar ortada iken, bunları görmezden gelip Şûraya başka gündemler belirlemek hangi akla hizmet etmektir?  Mevcut  eğitim sistemini doğru çalışıyormuş gibi  eğitimi   geliştirme/güçlendirme çalışmaları yapmak, daha çok destek vermek sömürü eğitim düzenini daha da güçlendirmekten başka hangi işe yarayacaktır? 
Sonuç olarak  temel sorunu halletmeden yapılan yatırımlar,  insanlarımızın inancından  tarihi, kültürü ve milletinden kopmasına,  gayr-i milli olarak yetişmesine yol açmaktadır. 

Bize rağmen, bizi değiştirmek, bozmak ve başkalaştırmaya çalışanların elini güçlendirdik.  Geçen yıllar bu şekilde heba oldu.  

Bizi değiştirmek, bozmak ve başkalaştırmak isteyenlerin  oyununa alet olmaktan kurtaracak, yeni bir fırsat olarak çıkmıştı:  20. Milli Eğitim Şurası !..    

Bir Fırsat Daha Kaçırılıyor!

İşte cevap alamadığımız Şûra öncesinde Şûra Yetkililerine  yaptığımız çağrılardan birisi: 

Şûra  komitesine acil bir de çağrımız var.  Şura Komitesi gündemi yanlış-eksik tasarlanan Şura gündemini yeniden ele almalı. Ek yada ana gündem maddeleri teşkil etmeli. Gündemde şu konular yer almalı: 

•    Şûrada  kendi  referans sistemlerimizle nasıl bir eğitim modeli hayata geçireceğiz sorusuna cevap aranmalı
•    Şûrada, eğitimi bilgi meselesi olarak değil, medeniyet/kültür  ve inanç meselesi haline getirmek için  nasıl bir yol izleyeceğimizi ele almalıyız.
•    Öncelikle de Milli Eğitimde üstü örtülü gizli sürdürülen planları deşifre eden çalışmalar yapmalıyız. 

Yetkililere ve Kamuoyuna Sesleniyoruz!..

Şura Komitesi, halkın yoğun isteğine rağmen kendisi önceden gündemi belirleyerek  milli ve yerli çözüm önerilerini   sahanın dışına itiyorsa, aydınlarımızı ve  konunun üstadlarını dinlemiyorsa  biz susmayacağız. Kamuoyunu aydınlatmaya devam edeceğiz. Gerçekler anlaşılıncaya kadar, eğitim üzerindeki oyunları deşifre etmeyi sürdüreceğiz.

Milli Eğitimde bir asrı aşan süredir icra edilen  üstü örtülü gizli plan  milli ve yerli aydınlarımızca  değişik şekillerde, ayrıntılarla anlatılmaktadır. Mesela Rahmetli Cemil Meriç; “Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır” demisti.

Milli Eğitim müfredatı üzerinde icra edilen   planın esaslarını tekrar dile getiriyoruz: 

1-Öğrenciler okul süresince yabancı dil öğrenmeyecekler. Kızılelma veya i’lai kelimetullah sevdası olmayacak. Başka ülkeleri mümkün olduğunca bilmeyecekler (Belirli okullardaki belirli kesim hariç)
2-Eğitim çağındaki çocukların en zekilerin ortaokulların sonunda tespit edilerek fen lisesi veya diğer seçkin okullarda yükseköğretime hazırlanacak. Bunların içinde en zekilerden yükseköğrenime geçenlerin bir kısmı Avrupa ve özellikle ABD ye taşınacak.
3-Okullardaki müfredatlar teferruatla doldurulacaktır (İngilizler’in Hint çocuklarına logaritma ezberletmesini hatırlayalım).

Bu planların uygulandığını aydınlarımız da her seviyede dile getiriyorlar.  Ağacı gösteren meyveleridir. Eğitim ağacının meyvelerine bakarak milli ve yerli bir eğitim sistemine tabi olup olmadığımızı anlamak için çok zeki olmak gerekmiyor.  Waldorf-Montessori-Reggio Emillia Eğitim Metotları, Finlandiya, Singapur modelleri dedik…  Eğitim sisteminiz yerli ve milli olmadığından başkalarının Kızıl Elmasına hizmet eden insan yetiştirdik. Dâhilerimizi bu ülkede değil Amerika gibi yabancı ülkelerde bulundu.  

Başkasının kızıl elmasına sahip eğitimle ülkemizde dört başı mamur bir sanatçı, müzisyen ya da sporcu, bilim adamı yetiştiremedik.

Planı uygulayanlar  bizi bilim evrenseldir diye aldattı.  Evet  bilim evrenseldir ama hedefleri milli olmak zorundadır. Bilim bizim kültürümüzün, dinimizin, ekonomimizin, sanatımızın emrinde olacak. Eskiden mekteplerde ahlak dersi vardı. Adap öğretilirdi. Her dersin, önce usulü öğretilirdi. Şimdi ahlak yerine etik diyoruz. Etik diye bir şey uydurulmuş. Hikmet insanı nasıl Allah’a bağlıyorsa, ahlak da Allah’a bağlıyor. Etik denilen şey maddeyle ilgilidir. Maneviyatı ve ahlakı dışlamak için etik denilmiştir.

Mesela pragmatizm diye bir şey var şimdi. Pragmatizm akımının ismi Charles Sanders Peirce diyor ki: “Doğru yoktur, menfaatim neredeyse doğru odur.”
Batı Felsefesini aynı ile aldığımızdan her alanda menfaat esas oldu. Rüşvetsiz iş yapılamaz hale geldi. Bu şekilde Batı’nın sömürü üstüne sömürü düzeninin aleti haline geldik.

Kültürü, ahlakı ve  insanlığı BİLGİ AKTARMAK ve SINAVLAR yolu ile öğretemediğimiz onlarca yıldır ispatlandı. 

Hulasa,   milli eğitimde bizim asıl gündemimiz  YAŞAYARAK ÖĞRENME, ÖRNEK OLMA ve KEŞFE DAYALI öğrenme yollarını açan konuları gündemimize almalıyız.   Türkiyeyi  SINAVLAR ÜLKESİ olmaktan kurtaracak çarelere yönelmeliyiz.   Çünkü merkezi sınavların eziciliği sürdükçe alınan tüm tedbirler çöpe gitmektedir.
Hulasa   gerçekleri gündeme taşımaya devam edeceğiz. Anlatacaklarımıza şunları da ekleyeceğiz:   

•    Kendi  referans sistemlerimizle nasıl bir eğitim modeli hayata geçireceğiz sorusuna cevap arayacağız.
•    Eğitimi bilgi meselesi olarak değil, medeniyet/kültür  ve inanç meselesi haline getirmek için  nasıl bir yol izleyeceğimizi ele alacağız.
•    Öncelikle de Milli Eğitimde üstü örtülü gizli sürdürülen planları deşifre eden çalışmalar yapacağız. 

Asıl önemli olan Nurettin Topçu’nun deyimi ile Milli Mektep projemizin ve Maarif Davamız’ın hayat bulmasıdır. Bu proje, kendi yerli arabamızı, kendi telefonumuzu kendi ilacımızı, kendi savunma sanayimizi hayata geçirmek kadar önemli, hatta ondan çok daha önce ve acil bir öncelik. İhtiyaç duyduğumuz şey ders kitapları müfredatlarının bu toprakların ruhuna, dünyasına, ruh köklerine ve ruh iklimine yabancılaşmış olmaktan kurtarılması davasıdır.  Mesele, müfredata medeniyet iddiası kazandırmak; medeniyet dinamiklerimizle harekete geçirmek meselesidir. Bunun için öncelikle kendi değerlerimizden beslenen üretken ve inşa edici bir eğitim sistemi kurmak için kolları sıvayacağız. 

Tekelci ve Merkeziyetçi Yapıyı Tartışacağız

Topyekun insanımızı çözümün içine çekecek ve dolayısıyla müfredatta yerlileşmeyi ve millileşmeyi sağlayacak  çok basit ve kolay çıkış   yolu var.  Müfredatçı anlayışta ısrar edenlere hemen şunu hatırlatmak isteriz ki, merkeziyetçi müfredat yapısı aracı amaç haline getiriyor. Bu yüzden okullarda “bilgi aktarma” sınavcı metotlar tek çıkar yol haline geliyor. Çünkü bu denli çok bilginin öğretilmeye çalışılması -ve tabii ki öğretilemeyişi- eğitimdeki asıl tuhaflık ve çarpıklıktır. Birbirinden farklı kabul edilerek öğretilmeye çalışılan bir çok bilgi aslında çok az miktardaki “öz bilgi”nin türevidir. Asıl olan bilgi yüklemek değil, bilgiyi üretmek ve kullanmaktır. Bu müfredatçı yapının sonucu olarak bilginin hedef halini alması ve sınavcı yapı yozlaşmanın asıl sorumlusudur. Üstelik mevcut müfredatçı yapı, ders kitapları yazımını rant sistemine dönüştürmektedir. Devlet bedava kitap dağıtımı ile zarara uğratılmaktadır. Herşeyin merkezden yapılandığı müfredatçı anlayış, eğitimi sömürü düzenine dönüştürmekte; kripto yapıların dolaylı ve dolaysız etkilerine maruz bırakmaktadır.

Özel okullarda bile müfredatı devlet  hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu durumda özel okul personeli, maaşını devletin vermediği bir devlet memurundan başka bir şey değil. Müfredat değerlendirmesi tamamıyla devlet elinde kaldığı, ders kitaplarında MEB-devlet patron olmaya devam ettiği vasatta gerçek anlamda özelleşme gerçekleşmiyor. Daha ilginci ise şu: Çözüm adına yola çıkanlar da dahil bu çarpıklığın farkında değiller. İlkokullarda bile ders konularının muhtevası anne – babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen belirleniyor. Bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyor; hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyor. Üstelik bu tekelcilik kabullenilmiş durumda. Hatta sendikalar ve sivil kuruluşların çoğu da, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmiyor; gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların uzağında kalıyorlar. Eğitim problemi deyince tekelci sisteme nasıl daha iyi bir renk kazandırabileceğimizi konuşuyoruz.

Nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açacak çabaların içine girmek durumundayız. Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmelidir. Devlet sadece bazı temel dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin temel fen-matematik dersleri yanında tarih, kültür ve medeniyetimize dair bir kısım derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.

Günümüz dünyasında 12-14-16 gibi yaşlarda akademik çalışmaya başlayan ve ciddi anlamda alan uzmanlığına ulaşan dehalar vardır. Diyebiliriz ki dönemin şark medreseleri bile müfredat özgürlüğü açısından Türk eğitim sisteminden çok çok  ileride bulunuyor. MEB  ve YÖK sistemimiz ise programın üstünde öğrenme düzeyi olan öğrenciler dâhi de olsalar o programa mahkum etmektedir.

Milli eğitim müfredatının en temel problemi katı ve ideolojik bir anlayışa sahip olmasıdır.  Öğrencinin 12 yılını ipotek altına alan sistem, öğrenciye ne öğrenmek istediği konusunda söz hakkı vermemektedir. Özellikle ileri düzey zeka ve yetenek sahibi öğrenciler sistem tarafından köreltilmekte ve okul ortamından soğutulmaktadır. Düzeyinin altında bir müfredat takip ettiği için, zorlayıcı rekabet olmadığından çalışma disiplini kazanamamaktadır. Tüm öğrencilerin aynı düzeyde olması fıtrata  muhalif olduğuna göre, her branştan ve her sınıf seviyesinde  en az dört farklı derecede müfredat yoğunluğu hazırlayıp yeteneğe göre müfredat farklılaştırılmalı ve zenginleştirilmelidir.

Başarılı eğitim sistemlerinde müfredat olabildiğince esnektir.  Her zaman örnek gösterilen  Finlandiya örneği böyledir.  Müfredat belirlemede öğretmen ve öğrenciyi tamamen özgür bırakır. Bu sistemde öğretmen dönem başında öğrencileri düzey gruplarına ayırıp, her grupla ortak olarak, öğrencilerin de görüşlerini alarak müfredatını ve ders etkinliklerini planlar. 

Türkiye’de henüz bu kadar esnek olmasa dahi en azından farklı yetenek ve ilgi düzeylerine göre müfredat farklılaştırılabilir. Ders atlama, konu atlama, sınıf atlama gibi seçenekler kullanılabilir. 

Özel okullar gibi devlet okullarını da hantallıktan kurtarmak istiyorsak, öncelikle miadını doldurmuş 657 sayılı kanun kaldırılarak çalışanlar sözleşmeli, ücretlerin ve ücret artışları performansa dayalı hale getirilmelidir. KPSS puanıyla öğretmen istihdam etme saçmalığına son verimeli; öğretmenler ustalığına ve becerisine göre istihdam edilmelidir. Eğitimin sivilleşmesi için her şeyden önce müfredatta ve ders programlarını belirleme yetkisinin devlet talim –terbiye tekelinden kurtarılması; mahalli idarelere (Belediyeler ve Milli Eğitim Müdürlükleri gibi) okullara bırakılması ve böylece müfredat belirleme ve ders kitabı yazma işinde devlet tekelinin kırılması gerekiyor. Beklediğimiz şey, kendi programını kendi belirleyen tercih hakkını ve kimliğini kendisi belirleyen ve niteleyen okulların açılmasına izin verilmesidir. Bu yapıldığı takdirde ülkede gerçek anlamda eğitim halka mal olmaya başlayacaktır.

Nurettin Topçu’nun dediği gibi, ‘’Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz”. Gelin okulları öncelikle zihniyeti ve kimliği inşa eden, kişide düşünme ve algılama biçimi oluşturan, karakter şekillendiren mekanlar haline getirelim. Okulları müfredatçı ve merkeziyetçi yapının kıskacından ancak eğitimin sivilleşeceği ve topluma mal olacağı yolları açarak kurtarabiliriz. Halka mal olması ile eğitimin bir müfredat meselesi değil, bir medeniyet meselesi olduğu görülecektir. Dünya ile rekabet edebilen eğitim kurumlarını ancak böyle oluşturabiliriz. Son yıllardaki atılımlarla ülkemizin Dünyaya açıldığı, gözlerin Türkiye’ye çevrildiği şu dönemde öncelikli iş eğitime felsefe kazandırmak ve böylece Ülkeyi Dünyada bir eğitim merkezi haline getirebilmektir.