Hadi canım o kadar da değil diyerek söyleniyor olmanız şaşırtıcı değil.

Edebiyat var mı gerçekten? Hayatımızın hangi izbe köşesinde? Yoksa oradan bile sökülüp atılmış mı?

Hayatımızda edebiyatın yegâne bulunuşu, "edebiyat yapma!" deyimiyle karşımızdakini "ti"ye almaktan ibaret!

Hayatımızın neresinde şiir var? Roman? Hikâye? Hikmet yüklü metinler? Galiba metin denilince, herkesin aklına ilk önce bu adı taşıyan bir erkek geliyor(!)

Rahmetli Necmettin HACIEMİNOĞLU, ufuk açıcı eserine "Türkçe'nin Karanlık Günleri" adını koymuştu. Bugün olsa "zifiri yahut balçık günleri" demeyi tercih eder miydi?

Madde ve mana çerçevesinde düşüşümüz, edebi irtifa kaybedişimizle ne kadar iç içe! Bu noktadan bakınca, maddi-manevi düşüşümüz sebebiyle mi edebî çöküşe uğradık, yoksa edebî düşüşümüz sebebiyle maddi-manevi yıkılışa mı mahkûm olduk ikilemine saplanmamak elde değil! Amma edebiyat parçaladı bu adam diyorsunuz, duyuyorum. Lakin günahımı almayın, zira paramparça edilmiş olan ancak toz duman edilebilir.

Biz (artık kimlerden oluşuyorsa?) kadim zamanlardan bu yana şiirin ana omurga vazifesi gördüğü bir mecrada edebî ürünler vermiş bir toplumuz. Edebî eserlere "ürün" demek de ne kadar materyalist bir yaklaşım! Çünkü edebiyat, ebediye kanat çırpan bir kuş. Edebiyattan mahrum kalana, en düz yol dahi yokuş! Necip Fazıl ne diye yokuşlarda susamaktan bahsetmiş o vakit? Bugünleri resmetmiş olmasın?

Kaba-saba insanlardan mürekkep bir kalabalık olmamızın kaynağı, şiirsiz, şuursuz ve dahi fütursuz kalışımız. Şiirle mayalanmış bir gönül, kötüye meyleder mi? Şiirin emzirdiği akıl; muhakeme kabiliyetini saf dışı bırakıp, sürüklenir mi, güdülür mü, hamakata pey verir mi, moda tabirle manipülasyon kazanında erir mi? Şiir esen bir ruhta, kem niyet, malayani, argo, küfür dili, sövgü bulunur mu? Şiirsiz insanların yürüdüğü caddelerde, bağıra çağıra galiz küfürlerle konuşmalarına, en acısı da bunu normal(?) görmelerine şahit olmuyor muyuz? Edebi bir ifadeyle "Edep ya hu!" diye çığlık atsak yeridir. Edebiyatsızlık, edepsizlik çukuruna açılan bir kapı zahir...

Buhranlarla tanışmaya başladığımız yıllarda romanla da tanıştık. Roman kahramanlarının yeis yüklü halleri halimiz oldu. Duygu çiçeklerinin özü olan şiirden bal yapan arılar iken, balta girmemiş orman misali roman sayfalarında kağıt güveleri gibi sıkıştık kaldık.

Fotoroman, sinema, TV, dizi derken akabinde sosyal medya çöplüklerinde rahatlıkla yoğurulabilir hale gelmemiz dahi şiirsizlikten olsa gerek!

Çünkü şiir; bir ölçü, bir tını, bir akış varsa şiir... Şiirde ölçüsüzlük usul olunca film koptu. Aruz çağdışı, hece ölçüsü avam kaldı. Şiiri serbestliğe gömünce, yozlaşmanın familyası(?) üzerimize yürüdü gelin-görümce!

Artık Fuzuli, Baki, Şeyh Galib sisli ufuklarda bir karaltı gibi bizim için. Yunus Emre, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah türkülere sıkışıp kalmış birikimden(?) ibaret.

İyi hoş da... Kimin umurunda?

Var olan edebiyat harmanına yeni bir şey ekleyemez olmaktan dem vuracağım ki abesle iştigal kalacak! Mevcudu erozyona uğramış topraklar gibi kaybediyoruz. 1950-60 yıllarında yazılmış bir eseri bugünkü Türkçeye sadeleştirerek basmak zarureti denen garip hal, mevzunun tahrip gücünü açıklamaya kâfi!

Şairleri susan millet kadavra değilse nedir? Şiirsiz büyüyen nesillerden kime ne hayır gelecek? Şiirin omuzlarında yükselmeyen bir Türkçe olsa olsa şahit olduğumuz gibi 250 kelimeye hapsolmuş bir kabile lisanı haline döner, dönmeye devam eder. Bu 250 kelimenin de önemli bir kısmı istilacı dillerin genç dimağlara iliştirdiği kakafonik ibarelerden mürekkep!

Sahip olduğu kelimeler kadar düşünür insan! Çalınmış, sürgün edilmiş kelimelerle birlikte; muhakeme kabiliyetimizde buhar oldu. Sözün ayağa düşmüş olması edebiyatın kürtaj yapılır gibi hayatımızın içinden alınmasından değil mi?

Sürekli değişen tedrisat metot ve gereçleri, bu can alıcı budamanın kör makasları!

Edebiyatın üvey evlat noktasına sürüklendiği bir sürecin fevkindeyiz ne yazık ki. Mekanikleşen, robotlaşan, taşlaşan insan bir netice bu noktada. His âlemi berhava edilmiş bir topluluğun manevi zemini olabilir mi? Olmaz! Yok da! Kendimizi kandırmayalım.

Neyse… Bu konu uzar gider!

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu’na ait https://www.fulbright.org.tr/hakkimizda linkinde bulunan şu bilgiyi okuyalım:

Türkiye Fulbright Eğitim Komisyonu, ya da diğer bir adıyla Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri Kültürel Mübadele Komisyonu, 1949 yılında Türkiye ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan ikili anlaşma ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçen 13 Mart 1950 tarih ve 5596 sayılı kanun çerçevesinde çalışmalarına başlamıştır.

Sözlükte “bir şeyin diğeriyle değiştirilmesi” anlamındaki mübâdele kelimesinin hakkını layıkıyla vermişiz, vermeye de devam!

Dedem Fuzuli’den ibretli bir beyitle bağlayayım sözü (meali(?) de ikramımdır!):

 “Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn

Dert çok hem-dert yok düşman kavî tâli’ zebun

(Dost pervasız, felek acımasız ve zaman kararsız; dert çok, dert ortağı yok, düşman güçlü, şans zayıf.)

Başka söze ne hacet!