Bugünkü TBMM’nin temeli Meclis-i Mebûsan adıyla 31 Mart 1877 tarihinde atılmış, kesintilerle yedi dönem çalışan bu meclis, İstanbul’u işgal eden güçlerin baskısıyla 11 Nisan 1920 tarihinde kapatılmış, onun yerine 23 Nisan 1920’de Ankara’da şimdiki meclis açılmıştır.

Meclis-i Mebûsan Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük adlarıyla özetlenen üç ayrı siyasi yönelimi bünyesinde toplamasına rağmen, son tahlilde İslam üçünün de ortak paydası olmayı sürdürmüş ve dolayısıyla İslam’da seküler manada bir ayrıma tabi olmayan din ve dünya görüşü, diğer bir söyleyişle din ile siyasetin dili arasında bir yarılma, çatışma genel olarak yaşanmamıştır.

Söz konusu yarılma, çatışma laiklik ilkesinin bir devrim kanunu olarak 5 Şubat 1937 tarihinde anayasaya eklenmesiyle başlamıştır.

Bu tarihten itibaren din dili siyasi dil içinde massedilmek de bir yana, bizzat siyaset dili tarafından dışlanmak ve giderek bir suça dönüştürülmek suretiyle ezilmiştir.

Bugün bile din ve vicdan hürriyeti esasında yaşanan onca üzücü deneyime rağmen laiklik laikçilik ideolojisine dönüşmüş olarak hakimiyetini sürdürmektedir. Aydın ya da sanatçılık kisvesi altında birçok Batıcı-çağdaş-yobaz, sahne şebeği ve zenne Müslümanları hakir görme hakkına sahipken, Müslümanlar Müslüman olduklarını yüksek sesle dile getirme hakkından mahrumdur.

Yine de insan fıtratına aykırı olan söz konusu ayrım, Menderes ve arkadaşlarının milli iradenin tahakkuku kapsamında attıkları ilk adımlara tabi olarak, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal tarafından laiklik ilkesini zedelemeden aşındırılmış ve bu aşındırmanın Başkan Erdoğan yönetiminde daha çok moral yönden pekiştirilmesiyle bugünkü durumuna erişmiştir.

Son günlerde geçmişte sağ-muhafazakâr olarak kalem oynatan, son altı yıldır merdiven altı bir gazetedeki yazılarıyla Erdoğan düşmanlığını bilemeye uğraşan ve bu uğurda dindarlıkla aralarına koydukları mesafeye yaslanarak CHP’ye “Müslümanları siyaseten avlama danışmanlığı” yapan iki isim, yukarıda oluşma sürecini ve bugünkü durumunu özetlediğimiz din ve siyasi dildeki ayrım sorununu Müslümanların aleyhine olarak yeniden kaşımaya başladılar.

Vatanın değerini ve millet olmanın sorumluluğunu müdrik olan cemaatlerin, tarikatların, STK’ların, yurt dışındaki İslâmî grupların Başkan Erdoğan için yaptıkları destek açılmalarını “kaybetme kaygısının hâkimiyeti”ne ve savunma refleksine bağlayan söz konusu iki kalemin, futbol diliyle söyleyecek olursak mevzu ekseninde birbirleri için top diktiklerini ve söylem düzeylerine göre birbirlerine atış önceliği verdiklerini görüyoruz.

Bu bakımdan hangisinin yaklaşımını incelersek inceleyelim bir diğerininkini de incelemiş olacağımızdan, sonuçta CHP’ye Müslümanları siyaseten avlama danışmanlığı yapmalarının neticesini elde ederiz. O halde bu ortaklıkları üzerinden savundukları hususlara ana hatlarıyla da olsa bir bakalım:

Önce savunma değil, ihbara dayalı bir saldırıyla ele aldılar konuyu.

Şöyle ki Semerkand Vakfı, Beşir Derneği, GENÇKON ve TÜMSİAD’ın Başkan Erdoğan’a destek açıklamasını dile dolayan ikili, bu açıklamanın “Bismillahirrah-manirrahim” diye başladığını ihbar diliyle ilettiler.

Oktay Ekşi’nin yazma tarzını anıştıran bu tutumlarıyla “seferberlik” ilanı olarak gördükleri girişimin asıl maksadını adeta ti’ye alırcasına, eleştirilerini ancak materyalist birinin yapabileceği şekilde, şu cümlelerle salt maddeye indirgediler:

“Seferberlikte, ‘Türkiye’nin iç ve dış düşmanların tehdidi altında bulunduğu, İslam dünyasının parlayan yıldızı Türkiye’nin hedef seçildiği, bunun için PKK-FETÖ gibi terör örgütlerinin devreye sokulduğu, bu arada LGBT akımının bu Müslüman toplumun geleceğini tehdit ettiği…. Ekonominin vs’nin dış tehditle bağlantılı olduğu…. ve bütün bu tehditlere karşı Tayyip Erdoğan’ın savunulması gerektiği….’ mesajları, milyonlarca kez paylaşıldı, aile ortamları gibi daha dar alanlarda da ‘iktidarın ekonomide dibe vuruş, yolsuzluk, adaletsizlik, adam kayırma gibi bariz yanlışları’ sebebiyle ‘kafası karışık olanlar’ı ikna etmek için kullanıldı. İşte onlar da (…) mesajda olduğu gibi ‘Tamam yanlışlar var ama… Müslümanların kaybı yanında bunlar ne ki….’ mantığıyla bertaraf edildi.”

Buna göre, onlar için yedi düvelin geçmişte olduğu gibi şimdi de Türkiye’yi hedef seçmesi, PKK-FETÖ terör örgütlerinin (Muharrem İnce’ye yapılan şantajdan açıkça görüldüğü üzere) ortaklaşa olarak devreye sokulması, LGBT sapkınlığının şirinleştirilmesi hiç de önemli değildi. Önemli olan iktidarın (hiçbirine dair somut bir delilleri olmayan ve sadece iftira etme zevkiyle zikrettikleri) ekonomi ve yönetim sorunlarıydı.

Sahiden ne diyorlardı adları zikredilen destekçiler:

Milletimizin maruz kaldığı pandemiden, Rusya-Ukrayna Savaşı ve küresel enflasyonist ekonomik koşulların ülkemizdeki olumsuz etkilerinden, deprem felaketinden söz ederek, kadim manevi mirasımızın daima birlik ve beraberliği ihtiva ettiğini, vatanımızın kıymetini bilmeyi öğütlediğini ve özellikle bunun bir şuur halinde yeni nesle aktarıldığını vurgulayıp, seçimlerde Başkan Erdoğan’ı ve partisini desteklemenin bu esasta gerekli olduğunu ilan ediyorlardı.

Kendileri geçmişte mensup oldukları değerlerle aralarına mesafe koydukları için bu durumu “Müslümanların siyaset sorunu” olarak işaretleyip, vatanı koruma kaygısıyla ve sair milli hassasiyetlerle iktidara destek vermeyi “dini vecibe”ymiş gibi gösterenlere sözüm ona bir ahlak dersi veriyorlardı.

Vatan ve din adına kaygıları, dertleri olmayanların bu ikilinin CHP’ye oy verilmesi için yanıp tutuşmaları normal olduğu kadar “Neden bu millet CHP’ye oy vermez” sorusunu soramamaları da son derece doğaldı.