B. Müslümanları Ortaçağda Zirve Yapan Sır
 Konuyu  Kongrede sunulan tebliğe   getirelim. Müslümanları  ortaçağda   bilim ve araştırmada zirve yapan  sır neydi?

Müslümanlar Kuran’dan aldıkları derslerle, kainatın sırlarını çözmeyi, tabiatın dilini anlamayı ve kainatı bir kitap gibi okumayı büyük bir dini vecibe olarak gördüler. Bu anlayış, araştırma için büyük motivasyon ve şevk doğurdu. Müslümanlar bilimin her alanında deneysel çalışmalar yaptılar; araştırma metodolojisi  geliştirdiler.

Müslümanlar  Kurandan aldıkları anlayış ve bakış açısı ile bilimde ileri gittiler. Peki    diğer alanlarda durum nasıldı?

İslâm biliminin zirvede olduğu 900’lü yıllarda, İslâmiyet geniş bir dünya coğrafyasına hâkim oldu.  Peygamber’in [asm.] vefatından (632 yılı) hemen sonra başlayan fetih harekâtı dalga dalga yayıldı.  Birkaç yüzyıl içinde Batı’da Kuzey İspanya’ya kadar ulaştı.
İslâmlar savaşta da olağanüstü ilerleme gösterdiler. Bundaki asıl etki askerlerin savaşçı özelliklerinden çok, bu yeni din ve medeniyetin silah ve kuvvet yerine inanç ve kültüre dayanmasıdır. Diğer din ve kültürlerin aksine İslâm, korku ve terör ile değil, sevgi ile gönüller üzerine taht kurdu.
Halbuki, Ortaçağda Hırıstiyanlık dini, halk üzerinde baskı aracı idi. Farklı düşünenlerin üzerine  baskı ve terörle gidiliyordu. İslâmlar ise farklı fikir, din ve görüşte olanlara bile tam bir hoşgörü anlayışı ile yaklaşıyorlardı. Bir çok bölge silah zoru olmadan, kendi istekleri ile İslâm hâkimiyetine girdi. 711 yılında büyük   komutan Tarık bin Ziyat, ordusuyla Cebel-i Tarık boğazından İspanya’ya geçtiğinde, fetih ve cihat aşkı ile dolu askerler  bekledikleri direnişle karşılaşmadılar.  Hatta bazı bölgeler müslümanları birer kurtarıcı olarak karşıladı. İslâm medeniyeti dünyadaki yerini bu şekilde sağlamlaştırırken, İslâm’ın getirdiği prensiplerle Müslümanlar ticaret hayatında da, hamle üstüne hamle yapıyor, halk zenginlik ve servet içinde  yüzüyordu.
İslâm medeniyetinin en önemli şehirlerinden birisi olan Güney İspanya’daki Kurtuba’nın nüfüsu, 950 tarihinde 500.000 kişi kadardı. O dönemde şehirde 600 kadar cami, sayısız hamam ve çeşitli kütüphaneler vardı. Halifeye ait şahsî bir kütüphanede bile 400.000 adet kitap  bulunuyordu. Şehrin bütün yolları parke taşı ile döşeli olduğu gibi, geceleri sokak ve caddeler aydınlatılıyordu. Halbuki gaz lâmbasının kullanıma girdiği 1800 yıllara kadar batı  Avrupa’nın büyük şehirleri hâlâ karanlık içinde idi.
Bilindiği gibi bilim teşvik edildiği yerde gelişir.  Sadece sultanlar değil, zengin iş adamları,   şehzadeler ve kumandanlar da çevrelerinde hep küçük gruplardan oluşan bilim adamları ve filozoflar bulunduruyordu. Bu bir  adet halini almıştı. O tarihlerde çevrelerinde bilim adamı ve alimler grubunun bulundurmak büyük bir prestij ve şeref anlamına geliyordu. İlim adamı ve araştırmacıların böylesine itibar   görmesi, yetkili çevreler tarafından takdir edilmesi bilimin  yaygınlaşmasının başlıca sebebiydi. Bilim, teknolojinin gelişimi bu şekilde hızlanıyordu.
Sanat ve mimarî güzellikleri yanında, bağ ve bahçelerle donatılan cazip bilim metropolleri ortaya çıktı. Bilim ve araştırma için gerekli alt yapı ve kütüphanelerle donatılan   şehirler bilim adamlarının akınına uğruyordu. Bağdat, Kahire, Kurtuba gibi ve daha bir çok şehir önemli bilim merkezleri haline gelmişti.
Büyük âlimler kütüphanelerde ve davetli bulundukları evlerde, gece gündüz bilim problemlerini tartışırlardı. Halife el-Me’mun, 800’lü yıllarda Bağdat’ta ‘Bilim Evi’ adında (Beyt-ül Hikme) bir akademi kurdu. Burası gerçekten bir bilim ve araştırma akademisiydi. Burada eğitim görenler unutulmaya yüz tutmuş eski Bizans ve Doğu Roma’dan kalma eserleri Arapça’ya çeviriyorlardı. Bu tercüme faaliyetleri olmasaydı bu eserlerin yok olmaktan kurtulması ve bize kadar ulaşması mümkün olamayacaktı. İslâm biliminin gelişmesine en önemli katkılardan birisi bu tercüme faaliyetleriydi. Kadîm bilim, kaldığı yerden daha ileri bir noktaya bu şekilde fırlatılmış oldu.
Ama asıl ateşleyici unsur, inkılapçı ruha sahip bilim adamlarının 800 yıllarda başlayan Kur’an’ı bilimsel gelişme çerçevesinde ele alması ve onu yorumlamasından doğuyordu. Bu değişimci ve yenilikçi kişiler, insanî tercihlere ve insan aklına şüphesiz büyük önem veriyorlardı. Ama ondan daha önemlisi Kur’an’ın bilime gösterdiği büyük ilgi ve teşvikti. Çünkü Kur’an, sürekli olarak inananları merak etmeye ve düşünmeye çağırıyordu. Her şeyin araştırılmasını, doğadaki olayların mekanizmalarının ve sırlarının incelenmesini en ince ve en ileri şekliyle istiyordu.
Kur’an’ın mesajlarını doğru okuyan ve yorumlayan bilim adamları ve düşünürler, bilimin bu altınçağında, bilimi ve aklı, dinî akidelere karşı görmüyorlardı. Aksine, bunlar dünyayı anlamanın gerekli yoluydu. Allah’ın büyüklüğü ve gerçek varlığı bu şekilde anlaşılabilirdi.

Bilimin marifetullaha vesile kılınması  araştırma için büyük bir şevk kaynağı olduğuna dair  o tarihlerde yaşamış bilim adamlarından   örnek gösterebilir misiniz?
Örnekler çok. Mesela Cabir bin Hayyan’ın şu sözlerini verelim. Kimya biliminin kurucusu olarak bilinen Cabir bin Hayyan şunları söylüyor:        
“Her zerrede bir hareket vardır, gökteki yıldız ve gezegenlerin hareketinde olduğu gibi. Her maddenin en önemli özelliklerinden biri harekettir. En küçük zerrelerde bile bir hareket vardır ve bu onların en küçük özelliğidir. Durma ve hareketsizlik diye bir şey yoktur. Hareket kâinatın biricik Yaratıcısının yaratıştaki sanatıdır.
Öyle ise insan da Allah için hareket etmelidir. İnsan yeryüzünün halifesi ve küçük kâinattır. Kâinatın bir numunesidir, bütün varlıkların özetidir. Bu hareketin araç ve yöntemi ise hikmettir. Hikmetten istifade edilince hareket bir yol, yöntem olur ve bununla insan yücelmeye başlar. Bu insanların iç dünyalarını değiştiren gerçek kimyadır ki yıllardır gece gündüz bunun peşindeyim. Allah´ın yeryüzündeki övgüyle söz ettiği halifesinin özelliği budur.”[16]
Bilim adamlarının nasıl bir şevkle çalıştıklarını bir derece anlamak için Cabir bin Hayyan’ın bu sözleri bir fikir verebilir.  Bu sözler o döneme ait düşünce yapısını ve Müslümanların bilimdeki motivasyon kaynağına işaret etmektedir. 
 

Hz. Âdem (as)'in meleklere üstünlük vesilesi olan isimlerin öğretilmesi ile  Müslümanların bilimde zirve olması arasında bir bağlantı kurabilir miyiz? 

Hz. Adem'in sırrı ve meleklerden üstünlüğü  “kâinatın ihtiva ettiği bütün nevilerin isimlerini, sıfatlarını, hassalarını beyan” (İşarât-ül İ’caz) şeklinde yorumlanır. Bir başka  ifadede ise  “Şahs-ı Âdem’e talim-i esmâ ünvanıyla nev-i benî-Âdeme ilham olunan bütün ulûm ve fünunun talimini ifade eder.” (Sözler) denilmektedir

İnsanoğlu   hayvandan  farklı olarak öğrenme ve keşfetme istidadı ile donatılmıştır. İnsana tüm yaratılmışları  kuşatan  ulvî bir vicdan ve ihatalı duygular ihsan edilmiştir.   İnsan bu meziyetler sayesinde, bütün eşyanın hakikatlerini ve sırlarını öğrenmeye hazır ve kabil bir şekilde yaratılmıştır. 

Konuyu Allah’ın  isimlerinden birisi   olan  Hak ismi ile bilimsel gerçeklik arasındaki bağıntıya getirmek istiyorum  Gerçeklik bölünmez bütündür  bilgi de bölünmez bir bütünlük arzeder.    Cenab-ı Hak, Hak ismiyle varlıkları anlamlı kılmış ve hikmetli bir yaratılışla var etmiştir. İnsan akıl gücünün hikmet boyutuyla ve mana-i harfi bakışıyla varlıkların   yaratılış amacını görebilir. Bu yüzden  Bilimi marifete taşıyan ışık Hak ismi olmaktadır.

Eşyadaki san'atların her biri, Allah'ın isimlerinin bir aynasıdır. Kuranı anlamayı birinci hedef seçen  Müslümanlarda kuvvetli bir tabiatı anlama motivasyonu doğdu. Bu  Kuranın mesajının gereği olarak ortaya çıktı. Yaratılıştan amaç Hakkı bilmek ve bulmaktır.  Her şeyin bilimsel gerçekliği (hakikatı) Allah’ın Hak isminin  tecellisinden başka bir şey değildir.    

Bu sebeple Kuran’ın emrine uyan   insanlar; Hak isminin tecellisine mazhar olmak   için ilim öğrenmeyi gerekli gördüler.  Bu bir yaratılış vazifesi,   Hz Adem’i (insanları) meleklerin önüne geçiren sır olmaktadır.

Motivasyon Nasıl Kayboldu?
Peki  motivasyon nasıl kayboldu?  

Medreselerde  fen ve dini bilimler birlikte okutuluyordu. İlahiyat bilimleri kadar fen bilimleri  dini bilimlerden, dini bilimler fen ve felsefe bilimlerinden ayrı değildi.   İlimler bir bütünken fen ve dini bilimler diye ikiye ayrılınca 12. Yüzyıldan sonra  motivasyon  zayıflamaya başladı.   Yetkililerce fen bilimlerine ve araştırmalarına büyük destek varken bu destek geriledi.
 

Bilimler dini ve dünyevi diye   iki sınıfa ayrılma ihtiyacı nereden ve hangi ihtiyaçtan doğdu?
Bazı İslam felsefecilerinin Yunan ve Aristocu materyalist anlayışı hâkim kılma teşebbüsleri üzerine kelamcılar harekete geçti. İslam felsefecileri Manayı harfi yaklaşımına dayalı bakış açısı ve çözüm geliştiremeyince koruma düzeyinde kaldılar. İyi niyetle yanlış bir mecraya girildi. Bilimler “dini” ve dünyevi olarak ikiye ayrıldı.
Bu ayrım ile Müslümanlar hem fen bilimlerinin marifet vesilesi (Allah'ı tanıma) olma kaynağından mahrum kaldılar. Hem de bilimsel araştırmalar için gerçek motivasyon kaynağı yok oldu. Tahkik mesleği yerine taklit öne çıktı. Tefekkür geleneği zayıfladı. Muhakeme ve tefekkür kültürü zayıflayınca taassuba varan ön yargı yaygınlaştı.
Tekrar edersek; Yunan Felsefe kavramlarına sahip çıkan onları filtresiz şekilde İslam anlayışının içine sokma gayretleri karşısında başta kelam âlimleri olmak üzere uzmanlar (iyi niyetli korumacı anlayış) karşı çıktılar. Felsefe, aklı esas alan bir düşünce metodu olduğundan, Vahyi dışlayarak kâinatta olan biten bütün hadiseleri salt akıl ile anlamaya çalışmaları yanlış ve çıkmaz yollara soktu.
Bu konu Şakir Kocabaş’ın ‘İslam’da Bilginin Temelleri’ kitabında ayrıntılı ele alınmaktadır. Gramatik kavramsal analiz çalışmaları yapan Şakir Kocabaş bozulmayı şu şekilde ifade etmektedir:
“ İslam tarihinde ilim kelimesi, ilk defa on birinci yüzyılda kelamcılar tarafından ‘ilmü’d-din’ (din ilmi) şeklinde bir isim tamlaması içinde kullanılmaya başlamıştır. Buradan hareketle daha sonraları ilim (ilm) kavramı, ‘din ilmi-dünya ilmi’ şeklinde kesin bir bölünmeye kadar gitmiştir.”[17]
Bu bölünmüş ilim kavramının sonucu olarak laiklik, yani ‘din ve dünya işlerini birbirinden ayırma’ ilk defa on ikinci yüzyılda Müslümanların düşünce ve eğitim hayatına girmiş oldu. Bilimde motivasyon ve şevk kayboldu.
Müslümanların bilimde sonraki yıllarda duraksamasının kaynağı araştırılırken, bilimsel çalışmaların motivasyonla ve şevkle bağlantısı dikkatlerden kaçmaktadır. Motivasyon için tekrar kaynağa dönmek ihtiyacı var. 
Motivasyon ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artar ve gelişir. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevk eden şey şevk ve heyecan, motivasyondur.  Şevki doğuran alt yapı ise doğru bir kavramsal yapıdır. Doğru kavramsal yapının beslediği ortamdır. Aksi takdirde şevki besleyen ve doğuran kavramsal ortam yoksa motivasyon sönecektir. Kavram sistemini bozarak şevk ve heyecanı söndürebilirsiniz.

Bu kırılma, bilimden   felsefenin alınması/ayrılması şeklinde de yorumlanabilir mi?  

Felsefe ile bi­lim arasında bir iç içe geçme değil, karşılıklı etkileşme söz konusudur.  Burada  dinle barışık felsefeden söz ediyoruz. İslam dininin Mana-yı Harfi denilen bakış açısını kastediyoruz. Bu bakış açısı felsefeye tekabül ediyor.   “Neyi bi­lebilirim ve bilim nasıl meydana geliyor?” sorusunu   felsefe gündeme getiriyor.    Bunun  uygulamaya aktarımı ise teknolojidir. Dikkat edililirse  islam alemi o kırılmadan sonra teknolojide de  durakladı  ve yeni şeyler üretilmemeye başladı.

Nurettin Topçu “felsefesi olmayan milletin mektebi de olmaz” demişti. Bilim,  olay ve ol­gular arasındaki ilintileri ve bağlantıları açığa çıkarır ve , “nasıl” sorusunun cevabını  bulmaya çalışır.  Felsefe ise, bu ilintilerin özüne, temeline inmeyi hedefler, felsefede “niçin” sorusu öne çıkar.  Bu anlamda, felsefe bilgi ve insanın değer yargıları konusunda, nihai açıklamalar yapar. De­rin  düşünce ile bilgi ve bilimlerin temelini irdelemeye başlar. Sizin değer yargılarınızı yansıtan eğitim felsefeniz yoksa bilimsel çalışma için motive olamazsınız ve o bilim sizin için faydalı olmaktan çıkar.  Orada sınavları geçmek ve diploma almak için bilgi yüklemekten ibaret bir eğitim süreci vardır.  Ülkemizdeki mevcut  durum böyle değil mi?  

Toplumsal olarak   bilimden faydalanmayı niçin  bilmiyoruz?  

Çünkü kendi  bilim ve eğitim felsefemizi teşkil etmiş değiliz. Nereye gideceğini bilmeyen kaptana  hiçbir rüzgarın faydası olmuyor.

Filozof bilim insanı, doğaya ait gerçekleri bir araya getirmenin ötesine geçen, bilimi  toplumla etkileştirmenin yolunu açan kişidir. Bilim sanatın, kültürün, ekonominin, hatta dini anlayışın gelişmesine  imkan veriyorsa   bilimle din (yani felsefe)  iç içe demektir.  Yani felsefeyi (Kurani  bakış açısını ve islami düşünce sistemini kastediyoruz) bilimden ayrı tutarsanız,  toplum içine kapanır. Bilim bir aksesuar halinde kalır. Kendinize has ne  eğitim sisteminiz, ne kültür ve medeniyet anlayışınız teşekkür eder. Tabi ki bu boşluğu   başka anlayışlar ve kültürler doldurur.  Din ile bilim etkileşim içinde ise o takdirde  bilimsel gerçekler arasında kurulan mantık ilişkilerinin sonucu topluma hizmet eden bir sistem ve anlayış ortaya çıkar.  

Değişen ve Unutulan Kavramlar
Tabiatı bir kitap gibi okuma ve varlığın sırlarının araştırılması Kuranın emri. Bu emir niçin göz ardı edildi?

Kur’an’da geçen “emr ve ilm” kavramı ile her varlığın bir sistematiği ve çalışma prensibi/programı bulunduğunu söyler.  Düşünme sistematiğini kaybetmişseniz bu manaları göremiyorsunuz. Kuranda geçen en temel kavramlardan birisi Hak’tır. Hak Allah’ın bir ünvanıdır. Türkçeye gerçeklik manasında geçer. Her şeyin bir gerçekliği (bilimsel hakikatı) vardır. O gerçeklik Allah’ın Hak ismine dayanır. Hak yerine vücud (varlık) kelimesi kullanırsanız  kavramsal bozulma ortaya çıkar. Kavramsal bozulma  başlayınca,  Kuran’daki diğer birçok kelime  de kullanım çerçevelerinin dışına  itilir. Kavramlar bir terazi  görevi yapıyor,  bakış açısı teşkil ediyor. 

“Varlık (vücud)”  kavramındaki bozulma en çarpıcı örneklerden birisidir.  Bu konu Şakir Kocabaş’ın ‘İslam’da Bilginin Temelleri’ kitabında ayrıntılı ele alınmaktadır.

Kur’an, Allah gökleri yönetir diyor. Ama biz “Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?” sorusunu gündeme almıyoruz. Bu soruya cevap verebilmek için astronomi bilmeyi gerektirir.

 Sadece bu soru değil. Asıl soru şu: “İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?” Araştırınca bu sorunun cevabını Kur’an’da olduğunu görebiliriz.  Allah’ın yeri ve göğü nasıl yönettiğini anlamak için yer ve gök bilimlerini, kozmolojinin derinliklerine dalmak gerekir. Bu gerçeği o tarihlerdeki  Müslümanlar açıkça  gördüler.  Ne vaki  kavramsal bozulma  başlayınca,  Kuran’daki ilgili kavramlar  kullanım çerçevelerinin dışına  itildi.  Yukarıda da belirttiğimiz gibi  kavramlar bir terazi  görevi yapıyor,  bakış açışınızı teşkil ediyor.  

 Kur’an’da Allah'ın (c.c.) her şeyi bir bilgi ile ihata ettiği ve kuşattığı (vesia) belirtilmektedir. Bu bilginin bütün bir âleme dağılmış; insanlarca ulaşılabilir olduğu manasına gelebilir (En’am 6/80).  Allah’ın bize bahşettiği bilme ile o bilgiye erişmemiz ve ulaşmamız mümkündür. Âyetin sonundaki “Hâlâ ibret almıyor musunuz?”  ifadesi; ibret alabilmek için bilmediğimiz kevni /yaratılışa dair  bilgilerin keşfine dair teşvik vardır. 

Allah’ın  kainatı nasıl yönettiğinin bilinmesi Kuranın emri olmaktadır.  Kuran’ın bu emrini ne din dersleri ne de din adamları dile getiriyor. Getirilse de  anlamı ve derinliği bilinmeden genel ve yüzeysel bir ifade ile geçiştirilmektedir.   

Bahsettiğimiz kavramsal bozulmaya  ve bakış açısının değişmesine bağlamalıyız. Zaten bunu merhum bilim adamı Şakir Kocabaş kitaplarında ve makalelerinde örnekleri ile ayrıntılı ele alıyor. 

“Göklerin ve yerin yönetimi”nde temel kavram olarak “emir” ve  “‘ilim” kavramları çıkıyor. İkisinin birbiri ile yakından bağlantısını bulunmaktadır. Bu ayetteki “bilesiniz” ifadesi, ile Allah'ın, emri ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulandığına göre Allah’ın  kainatı nasıl yönettiğini bilebiliriz.  

Dikkat edilirse : “Allah gökleri ve yeri  hangi kanunlarla  nasıl idare ettiği?” sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da temel sorusudur:[18]  Esasen burada Müslümanların bir bilimci gibi alemdeki düzeni araştırmaları ve  öğrenmeleri isteniyor. Ve şu soruyu sormaları isteniyor: Tabiatta gözlenen nizam ve mizan (düzen ve ölçü)    nasıl gerçekleşiyor? Bu soruya cevap bulunması için Kuran’ı okuyan ve ona muhatap olan kişinin araştırmaya girmesi  tabiattaki düzeni ve ölçüyü incelemesi gerekiyor. Bu Kuran’ın emri.

Can alıcı noktaya gelmiş bulunuyoruz. Müslümanların bin yıldır ihmal ettiği ve unuttuğu vazifeye dikkat çekmek istiyoruz. Tabiatın ikinci bir Kuran olduğunun unutulduğunu  söylüyoruz.  Kur’an’ı okuyup da tabiatı okumayı  da bilmezseniz Kuran’a   layıkı ile muhatap olamıyorsunuz.

 İlim ve araştırmada motivasyon kaybolmasına yol açan kavramları toparlayabilir miyiz?

Birkaç maddede sıralayalım.

1. Kur’an’da  var olan ‘Allah katından bir ilim’ ifadesi (Kehf 18/65)    tabiattaki sırların araştırılmasını  ve  keşfini istiyor.     

2. Allah'ın (c.c.) her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir  (Talak 65/12).    Madde ve kuvvetler Kâdir isminin  yansıması ve tezahürü olduğuna göre, Allah’ın Kudretinin anlaşılması  için tabiattaki tezahürleri  incelemeye   teşvik vardır. 
3. ‘Bilmek’ (alime) fiili hem tek tek insanlar hem de ‘bilen bir millet’ ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir (En’am 6/97, A’raf 7/32).      

4.Bu insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı!” (Ğaşiye Sûresi, 17-20) .  Burada tabiata bakıp incelenmesi  isteği  ap açık ortadadır. İnceleme gelişigüzel olmaz.  Sistematik şekilde bilimsel metotlarla olur.   

C. Din- Bilim Ayrıklığına Çözüm 
 Müslümanlarda bilimde şevk ve heyecanı sağlayan kavramsal yapıyı doğuran hususları tekrar hatırlayalım.          
a) İlim öğrenmek  Kur’an’ın emridir. Farzdır. İlk asırlarda ilahi emir daha iyi  ve  daha doğru anlaşıldı ve uygulandı. Kur’an-ı Kerim’de fıkha ve hukuka dair Kelam sıfatından gelen 

âyetler bulunduğu gibi,  Kudret sıfatından gelen Yeryüzü Âyetleri de vardır. İkisi birbirinin tamamlayıcısı ve açıklayıcısı konumundadır. Allah’a giden yol; yani marifetullah ve muhabbetullah’ın  sağlam yolu her iki kitabın (Kur’an ve Kainat) birlikte okunması ile mümkün olabilir. 

b)  Eşya/varlık Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir sanattır,   mükemmel tarif edicidir. Hangi varlığa nazar etsen orada Allah’ın varlığını ve birliğini ihtar ve işaret eden bir levha görürsün. Onun için her şey Allah’ı hatırlatıp huzuru kazandıran birer vasıtadır.    Kur’an kâinat kitabını okutturan ve ders veren bir muallim gibidir.

Biz Müslümanların yaptığı hata şu:  Kur’an’ı tabiattan bağımsız olarak anlayacağımızı zannediyoruz.

Ortaçağda kaybettiğimiz kavramları yeniden ihya etmek için yapacaklarımız çok da karmaşık değil:   Batıdan gelen bilimi    Kur’ani kavramlarla yeniden inceleyip tevhidi âyetler haline getirebiliriz.      Onun da bir müfredatı olması gerekir.   

Allah biz kullarından  en değerli eseri olan akılla öncelikle kendi Zatının tanınmasını istiyor.  Akıl anlama aleti olup, başta kendisini ve evreni vahyin ışığı ve gölgesinde okuması gerekir.  

Hz. Ali “Ben eşyaya bakınca eşyanın kendisinden önce Hakkı” görüyorum der. Tabiatta eşyanın birbiri ile mükemmel ilişki ağı bize her bir varlık kendi varlıklarından öte diğer varlıklar için vardır gerçeğine götürmektedir. Yoktan var olmuş bu kâinatta kendini gösteren Kudret değişmez bir gerçekliktir. Tüm annelerle yavruların ilişkilerinde kendini gösteren şefkat de öyledir. Her şeyin yerli yerinde olması ve birbirinin hukukuna tecavüz etmemesi ile kendini gösteren 'adalet' kâinata yerleşmiş gerçeklerdir.   

Sezai Karakoç, eğitimin hedefini yitirdiğine, amaçsız ve misyonsuz sürdürülen bir faaliyet halini aldığına dikkat çeker. Türkiye'nin Maarif Davası başlıklı eserinde Nurettin Topçu, 'hedefsizliği” temel problem olarak görür ve “eğitim sisteminin bütün kademelerinde 'ruhsuzluk' hâkim” diyerek eğitimin kökündeki probleme dikkat çeker.  Hayatını bilenlerce malumdur ki  Bediüzzaman, “mana-yı harfi”   olarak adlandırıdğı bir bakış açısı sundu.  Bu bakış açısı ile eğitimi hayata geçirecek projesinin adına “Medresetüzzehra” dedi.  Medresetüzzehra,   Bediüzzaman'ın çok önem verdiği ve gerçekleşmesi için pek çok teşebbüslerde bulunduğu eğitim ya da yükseköğretim projesidir. Bediüzzaman bu projesini her fırsatta hayata geçirmek için harekete geçti.

Bu proje ile hayata geçirilmek istenen neydi?   

Risale-i Nur’da, bilgi toplumunun epistemolojik temellerinin yer aldığını görüyoruz. Bu eserlerde din ile bilim arasında varsayılan problemlerin köklü olarak çözüme kavuştuğunu söyleyebiliriz.   Bediüzzaman İslami paradigmanın oluşturulmasında ve bu çerçevenin sosyal bilimlere yansımasında bugün göz nuru döken nice Müslüman bilim adamının araştırdığı veya takıldığı noktaları görmüş ve çözümlerini Risale-i Nur’da sergilemiştir.

Bu konuya elbette işin ehli bilim adamları el atmış ve bunlar henüz ders kitaplarına yansımasa da alternatif eğitim kaynakları olarak birçok eserler yazılmıştır. Temennimiz, bilimsel bir disiplin içinde kâinatı esma tecellisi sayan bir bakış açısı ile kâinat üzerindeki ilahî tasarrufu göstererek fen bilimlerinin yeniden yazılmasıdır.  

Bu proje   din –bilim ayrıklığına nasıl  bir çözüm sunuluyor?

Seküler bilimle;  bilimi metafizikten soyutlayarak,   materyalizme ve ateizme alet edilmesi sonucunda gelinen nokta vahimdir.  İnsanlar tamamen dünyaperest yapılmış; insanlar bencil ve egoist bir düşünce yapısına sahip kılınmıştır ve fazilet değerlerinden sıyrılıp, huzursuz edilmiştir.

Bediüzzaman'a göre varlığın iki yüzü vardır. Bir yüzü Hakk'a, diğer yüzü halka, yani varlıklara bakmaktadır. Ona göre varlıklara bakan yüz, Hakk'a bakan yüze "tenteneli perde" ya da "şeffaf cam" gibidir. Nimete bakıldığında Mün'im ismi, sanata dikkat edildiğinde Sani ismi, sebeplere bakıldığında ise Müsebbib-i Hakiki görülür (Lemalar). İşte bu noktalar dikkate alındığında Risale-i Nur'un farklı iki yerinde geçen şu sözler anlam kazanmaktadır:

"Hakikat ilmini, hakiki hikmeti istersen, Cenab-ı Hakk'ın marifetini kazan. Çünkü, bütün hakaik-i mevcudat, ism-i Hakk'ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfatının tecelliyatıdır (Mektubat).  "Vacibü'l Vücudun mahiyet-i kudsiyesi, mahiyet-i mümkinat cinsinden değildir. Belki, bütün hakaik-ı kainat, o mahiyetin Esma-i Hüsna'sından olan Hak isminin şualarıdır" (Tarihçe-i Hayat).

Risale-i Nur'un kavram haritasında Hak ismi, mana-i harfi, hikmet ve sırat-ı müstakim kavramları arasında güçlü bir ilişki  görüyoruz.  On İkinci Söz , varlıklara mana-i harfiyle bakarak marifeti ve hakiki hikmeti yakalamanın sırrı anlatılır.  Bediüzzaman'ın bu eserinde, kainata ve varlıklara mana-i harfiyle kudret ayeti olarak bakan ikinci adamı "hakperest" olarak vasıflandırır. Gerçek hikmetin   onun söylediklerinde olduğu vurgulanır.

Bediüzzaman, fen bilimlerine şu anlam  ve görevleri yükler:  ‘Adetullah’, ‘evamir-i tekviniye’, ‘kavanin-i İlahiye’ veya ‘şeriat-ı fıtriye’ olarak tabir ve ‘kavaid-i külliye’  [genel kaideler] olarak ifade ettiği kâinatta cari kanun ve prensipleri keşfetmekten ibarettir.

Marifet ve hikmet, içten gelen; kalp, vicdan ve ruhu da içine alan   tanımlamakta zorlandığımız şeylerden biridir. Çünkü  marifet denen gerçek bilgi yada ilim ışığı, ancak   akıl gözü tarafından görünebilen madde-dışı bir ışıktır. Biyolojik göz, bildiğimiz ışık vasıtasıyla varlıkların görünen yani dış yüzünü görür. Görmenin diğer bir şekli ise göz yerine akıl ile görmektir. Bu da maddi ışıkla ilgisi olmayan basiret gözü yada kalp gözü ile olur. Fizik âlemindeki ışık varlıkların dış yüzünü ve fiziksel özelliklerini, marifet ve hikmet boyutu ise  varlıkların iç yüzünü ve anlamını gösterir

Fenlerin dikkatli araştırmalar sonunda keşfettiği gibi, evrende her şey ilim ile yapılmıştır. Bu bilgi  gizli olan ilahi ayetleri görmeye vesile oluyor. Bu nedenle bilim adamları çalışmalarıyla ilahi ayetleri gün yüzüne çıkarıyorlar. Ancak seküler bilgi gözü kör eden zararlı ışıklara benziyor. Bu menfi özelliğinden dolayı seküler bilimle beslenenler, materyalist gözle evrene bakanlar bunları göremiyor. Bu yüzden tabiat kitabındaki yeryüzü ayetleri okunmaz hale geliyor.

Bilginin   İslamileşmesi ve böylece mana ve ruha  kavuşmasını kavramsal boyutda inceleyen iki düşünür görüyoruz. Bunlar Muhammed Al-Attas ve Mustafa Faruqi. Her  ikisi de çalışmalarında öncelikle bilimsel bilginin seküler boyutunu;  tarafsız ve objektif olmadığını   ikna edici örneklerla anlatıyorlar.

Al-Attas’ın çalışmaları yüzlerce kişiye ilham kaynağı olmuş ve Malezya’da Uluslararası İslam Üniversitesi’nin kurulmasına vesile olmuştur. Ancak, hem literatürdeki akademik yayınlara hem de söz konusu üniversitenin müfredatına baktığımızda projenin başarılı olduğunu söylemek maalesef mümkün olmamaktadır.  

Söz konusu çalışmalar, sorunun teşhisini net bir şekilde yapmakla beraber takdim edilen reçete yetersiz kalmaktadır.  Çünkü, yamama bir yöntemle seküler bilginin içine ayet ve hadislerin yerleştirilmesi;  islami yorumların  eklenmesi bilgiyi seküler boyuttan çıkaramamıştır. Zehirli su içine tatlı su katılması zehiri yok etmemektedir.  Reçetenin istenen neticeyi vermemesi üzerinde söz konusu projeye olan ümitler sarsıldı.  Hayal kırıklığı yaşandı.

Bilginin Yeni  Tanımı

Bediüzzaman ise,  bilginin  tabiat, esbab ve tesadüf tanrılarından arındırmakla işe önce “zehiri” kaldırmakla  başlar. Böylece soruna daha işin başında çözüm bulur.   Bediüzzaman hakikat dilini keşfetmiş;  onunla kainatı kitap gibi mana-i harfi ile okumayı öğretmiştir.        
Eğitim   taklit/ezber/şartlanma kültürü,  iltizam/benimsetme yaklaşımı ile sürdürülüyorsa,  bilgi daha ziyade mekanik ve zihinsel süreçlerde değerlendiriliyor demektir. Bediüzzaman    bilgiyi sadece   dimağda işlem görmekten kurtarmış, onun yanında, hayal, vicdan, kalp ve diğer meleke ve ruhda  geçirmesi gereken süreçleri   göstermiştir.   Bilgiyi zihni olgudan ibaret gören günümüz anlayışına karşı Bediüzzaman yepyeni yaklaşımlar sunar ve  gerçek boyutlarını ortaya koyar. Bediüzzaman, gerçek bilgi ve  bilimsel bilgi için   “asıl mana”   tabirini kullanır. Bediüzzaman’a göre “asıl manaya”  “yedi basamaklı bir merdiven”le çıkılabilir.[19]   Fikir,  çekirdek olarak hayalde doğuşunu müteakip “inanç” halini  alıncaya kadar kalp ve zihin fabrikalarında  tasfiye ve dönüşümler geçirir.
Bilginin Altı Boyutu
Diğer taraftan,Bediüzzaman   bilgiyi altı temel sütun üzerine inşa eder; malumat ve ilim boyutu dışında bilgiye yeni boyutlar getirir. Birincisi,  “ene”nin   vahid-i kıyası olması hasebiyle     hem insanın kendisini,  hem de kainatı okuma  yolları gösterilir. İkincisi, tevhidi ontoloji ile seküler ontoloji farkı ortaya konur.  Bediüzzaman    var olmaya ve varlığın sırrına dair konulara   yepyeni açıklamalar  getirir. Üçüncüsü,  tevhid ve seküler epistemoloji farkı ortaya konulmakta; varlıkların   esma-i ilahiye ile bağlantısını gösterilmektedir. Dördüncüsü, tevhid ve seküler teoloji farkı  gösterilir.  Bilginin bu boyutunda her şeyin hikmet boyutuna dikkat çekilmekte ve hakikatına işaret edilmektedir. Beşincisi, islami ve tevhidi antropoloji ile   seküler antropoloji karşılaştırması yapılmakta; insan fıtratında iyiye ve kötüye istimal edilebilecek temel latifelerin portresini çıkarılmaktadır.  Altıncı ve son olarak tevhid  ve seküler aksiyoloji farkı ortaya konulmakta;  iyi ve kötünün ne olduğu ve hayatın nasıl yaşanması gerektiğine ilişkin ahlaki değerler ortaya konulmaktadır.[20]
Kainattaki mükemmel bir ilişki ağı bize her bir varlık için "kendi varlıklarından öte diğer varlıklar için vardır". Her şeyin maddi varlıklarında, yaptıkları hizmetlerde ve aralarındaki ilişkilerin tümünde; ancak her şeyi kuşatan külli bir bakışla bakılabildiği zaman gerçek boyutuyla fark edilebilen rahmet, kerem, adalet, şefkat, izzet gibi yüksek ve muhkem anlamları gösterir Ancak, ne varki elde bir gözlük olmadığı takdirde bu gerçeklikler   biri diğerini perdeleyerek ön plana çıkabilmekte, varlıkların mahiyetlerinde ve ilişkilerinde bazı zaman bu gerçeklik kendini göstermekte, bazen de bir diğeri ile yer değiştirmektedir. Rahmet, adalet, kerem, ihsan gibi gerçekliklerin mahiyetlerindeki değişkenlikten uzaklığa rağmen, tecellilerdeki, yansımalardaki bu yer değiştirme, bu değişkenlik, tüm bu saydığımız gerçekliklerin bir tasarruf altında olduğunu ve bu tasarruf sahibinin birer ünvanı olduğunu ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak, Risale-i Nur  eserleri hakikatleri anlama, sorgulama ve müzakere ortamı sağlaması ile zihni inkişaf ettirmekte ve bilgi üretmeyi-tefekkürü öğretmektedir.  Risale-i Nur okumayı sadece kitaplardan okumak olmaktan çıkarır. Hem kendisini ve hem de kainat kitabının okuyucusu haline getirir. Risale-i Nur kainat kitabının okumanın metodunu ve aletlerini sunar. Kişi sayısız sır ve hikmet dolu  evren kitabındaki  mânâları  görmeye başlar. Bu okuma   şüphesiz en başta,  nurani ve müdakkik fen olan marifetullahın talimini sağlamaktadır.  Risale-i Nur okuyucusu kainat ve çevresine duyarlı fertler haline gelir.  Şüphesiz kainat kitabını okuma tarzı    kişiyi  “sanat okuyucusu” konumuna yükseltir. Kişide estetik duygular inkişaf eder.  
Bu metotlar, öğrenmeyi sığ malumatla yürütülecek bir etkinlik olmaktan çıkarmaktadır.  Dolayısıyla Bediüzaman’ın  hayata geçirdiği bakış açısı  hakikatları, kökleriyle öğrenmeyi sağlamaktadır Bediüzzamanın öğretilerinde temelde anlamak ve kavramak gerçekleştiğinden, bilmek ve görünmek ile olmak ve yaşamak arasındaki uçurum ortadan kalkmaktadır. Böylece bilen insan değil, bildiklerini hayata geçiren, onu huyuna, suyuna işleten onu içselleştiren ve onu içine sindiren insanlar yetişmektedir.  
Kısacası,   menfi Avrupa bilime sadece araçsal olarak   bakıyor. Bu yüzden bilimi insana ve  çevresine hükmedeceği   etkin bir  araç olarak  kullanıyor.   
Oysa, Bediüzzaman, bilginin hem marifet, hem hakikat, hem hikmet, hem fıtrat, hem de fazilet cihetiyle  ilgileniyor. Dolayısıyla, insanlığa düşen  görev,  açılan bu yolda başta ders kitapları olmak üzere tüm bilimi  mevcut materyalist işgalden kurtarmaktır. Böylece  hem alim, hem arif, hem hakim, hem abid, hem de fazıl olma yolları açılacaktır.
REFERANS VE DİPNOTLAR
[16] Konu ile ilgili şu web sitesinden bilgilere ulaşılabilir:  Modern kimyanın kurucusu ve üstadı: Cabir bin Hayyan (dunyabizim.com)
[17] Kaynak bilgiler için  7 nolu referanstaki açıklamalara bakılabilir.
[18]  Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız : Davies, Paul (193). The Mind of God. Londra Touchstone Books.
[19] Fikir çıktığı yolculukta bilgi ilk önce hayalin elinde kalır.  Bu safhadan sonra     tasavvur adlı mertebeye uğrayarak orada gerekli işlem ve dönüşümlerden geçer.  Ama burada  bir netlik kazanamaz. Bu yüzden fikirden nasiplenemez.  Fikir burada fazla duramaz. Sonraki safhayı yaşamak üzere   yola çıkar.    Taakkul mertebesinde   akıl, enine boyuna fikri tartmaya başlar ve  fikrin olur ya da olmazlarına bakar. Akıl  bu mertebede   tarafsız kalır.   Fikir böylece dördüncü mertebeye çıkmaya aday hale gelir.  Fikir-bilgi  dimağ fabrikasında süzüle