“Birçoğumuz hazzın peşinden o kadar soluksuz bir hızla koşar ki, onun yanından hızla geçeriz.”
                                                                                          Soren Kıerkegaard

Bir zamanlar televizyon dizilerinde aykırı sahnelerin gösterilmesinden rahatsız olurduk. Hayâsızlık sırıtınca yüzümüz kızarır, sağa sola dönemez olur, başımızı sessizce öne eğerdik. Sahne geçince ise rahatlar, derin bir “oh” çekerdik. Ama nedense aile boyu izlemekten de geri durmazdık. Bugün paylaşım adı altında sosyal medyada sergilenen çiğlik ve kepazelikler hepsinin üzerine tüy dikti. Zîrâ o dizilerde aktör ve aktrisler vardı. Vebal öncelikle onlara aitti. Bizlerse izleyici olarak o hafifliklerin ekran karşısındaki pasif(!) bir şâhidiydik sadece. Sonuç olarak mütedeyyin Türk ailesi onları seyretse de onaylamıyordu. Fakat zamanla hayatımıza giren sosyal medya bu gerçeği ters yüz etti. Bizi pasif olmaktan çıkarıp aktif hâle geçirdi. Ekranı kontrolümüze verdi. Herkesin kendine ait bir sahnesi vardı artık burada. Aynı anda hem seyircisi hem de oyuncusu olduğumuz bir temâşâhânede buluverdik kendimizi. Ve bir zamanlar tasvip etmediğimiz o çiğlik ve kepazeliklerin de icracısı oluverdik peşi sıra.

Burası her şeyin süratle geliştiği, yalnızca hız ve hazzın geçerli olduğu bir âlemdi. O yüzden de beğeni ve yorumlar üzerinden anında reyting oranlarımızı da ölçebiliyorduk. Sanal âlemin içindeydik artık. Ne yapsak gidiyordu burada. Bir beğeneni, müşterisi çıkıyordu mutlaka. Reklamın da iyisi-kötüsü olmazdı ayrıca. 

Bütün bunlara insanoğlundaki önüne geçilemez kendini gösterme ve ilgi çekme dürtüsü de eklenince zamanla bambaşka bir veçheye büründü sosyal medya. Bütün değerler domino taşı misâli devrildi ve her şey baş döndürücü bir hızla anlamını yitirdi.

Bir tabiat kanunudur. İnsanoğlunun ancak çok az bir kısmı hayatını hakkıyla anlamlandırır. Çoğu insan zamana mührünü vurmadan geçip gider. Fakat her insanın içinde önemli olma, kendini gösterebilme, iz bırakabilme tutkusu yatar. Her benlik varlığını ispat edebilme aşkıyla yanar. Ama ne yazık ki çok az insana nasip olur o arzunun tatmini… 
Eski toplumlarda bile önemli olan bu duygu, içinde yaşadığımız modern ve post-modern toplum yapıları içinde her şeyin ortaya dökülüp reklam malzemesine dönüşmesiyle birlikte bir üst noktaya taşındı. Sanal âlemin zuhuruyla beraberse hayatın merkezine oturdu. Bu yenidünyada insanoğlu âdeta kamçı yemiş yarış atına döndü. Anlık heyecan ve hazların peşinde koşar oldu. Sosyal medya hedonizmin tavan yaptığı bir iklime dönüştü. 

Artık insanoğlu için sosyal medya hayatındaki yalnızlık ve anlam arayışına cevap aradığı bir vasıtaya dönüşmüştür. Tabiatıyla yaptığı paylaşımlar da büyük ölçüde ona yöneliktir. Orada insanların sırıtan egolarını da görürsünüz, bitmişliğin, tükenmişliğin, tatminsizliğin fotoğrafını da çekersiniz. Hattâ bazı ahvâlde içine düşülen boşluğun derinliğini de ölçersiniz. Seksenli yıllarda üst düzey görevlerde bulunmuş bir siyaset adamının facebook sayfasında gezinmiştim bir sefer. Bir saat içinde en az on paylaşım yaptığına şâhit oldum. Fakat ancak üç-beş kişi beğeniyordu paylaşımlarını. O ise bir türlü vazgeçmiyor, bir sonrakinde altın vuruşu yapacak olmanın ümidiyle ha bire deniyordu. Hâlbuki devir değişmiş, hazretin pabuçları çoktan dama atılmıştı. Ama nedense o bunu göremiyordu.

Hız ve hazza endeksli bir zihin sağlıklı düşünemez. Çünkü ona ayıracak vakti yoktur. Aklına geleni hemen yapmak ister. Yapacağı paylaşımın az sonra kendisini mutlu edeceğine inanmış benlik, gelecekte onun kendisinden neler götüreceğine akıl yoramaz.

Bu vadide at koşturan insanın önünde gelir-gider tablosu yok. Yapacağı paylaşımın kendisinden neler çalacağına ilişkin bir kaygı da yok. İstikbâlde kendisine nasıl bir fatura çıkaracağına dâir bir tahmin veya öngörü ise hiç yok. Sadece anlık heyecan ve hazlar, bir de sonu olmayan bir kendisini ispat çabası var. 

Sosyal medya sadece vazgeçilmezlerimiz arasına girmedi, örf ve ahlâkımızla, günlük hayat disiplinimizi de büyük ölçüde değiştirdi. Hattâ diyebiliriz ki, bizi yeniden formatladı. Gözümüzü açar açmaz, teni tenimize değen insana bile “günaydın” demeden kendimizi onun kollarına attık. Eşler birbirlerinin bakışlarında eriyip dertlerini dinlemektense orada sörf yapıp yeni heyecanlara yelken açmayı tercih ettiler. Bayramda evine misafir olduğumuz büyüğümüzün hâl ve hareketine akortlu dikkatimiz bile kalmadı zaman içinde… Duasını almak yerine elimizde tuttuğumuz köşe dünyanın içinde kaybolduk. Nedense orada yaşamak daha cazip geldi bize. Hayatın içinde var olmaktansa büyülü camın arkasından sanal bir girdabın içerisine bırakıverdik kendimizi. 

Sosyal medyada nefes alıp veren insanımız anlık yaşıyor. Geçici zevk ve heyecanlarda mutluluk ararken ilerisini hiç düşünmüyor. Tüketim ekonomisinin çarkları içinde varlığına anlam katmaya çalışan insanoğlu, o gayya kuyusunda kendisini tüketiyor. Anlam arayışı hayatımıza değer katan hakiki anlamların kaybolmasına, bizi biz yapan değerlerin buharlaşıp yok olmasına zemin hazırlıyor.  

Anlık zevk ve heyecanlar insanı doyurup tatmin etmiyor. O yüzden de burada kulaç atmak, tuzlu su içmeye benziyor. Bir an için mutluluk bahşetse de, insanoğlunu hakiki bir doyuma eriştirmiyor. Şımartılmaktan hoşlanan ego her seferinde “Daha, daha…” diye bağırıyor. Sonu olmayan bir koşu bu. Fakat orada ne kadar koşarsanız koşun, ne kadar derinlere dalarsanız dalın, bir itminan noktasına erişemiyorsunuz. Sosyal medyanın fonksiyonu da o değil zaten. İnsanoğlunu gerçek hayattan koparıp avutmak ve oyalamak. 

Sanal âlem, gerçek algımızın giderek zayıflamasına yol açıyor. Bir süre sonra sosyal medya kaynaklı psikiyatrik rahatsızlıkların arttığını duyarsak hiç şaşmayalım. Çünkü teknoloji ve özellikle de sosyal medyanın hesapsız kullanımı akla zarar veriyor. 

Çok azı dışında çağımızın insanı şu dünyadan namsız nişansız bir er olarak geçmek istemiyor. Kendisini bir şekilde anlatmak, ifade etmek istiyor. Varlığını ortaya koyabilme hırsıyla yanıp tutuşuyor. Namlusunda sıkacak kurşunu kalmadığında ise kendisini gösterebilmek uğruna gerektiğinde her şeyini ortaya dökmekten de çekinmiyor. “Reklamın iyisi kötüsü olmaz.” sözüne kanarak da kayıtsız-şartsız anaforun içine dalıyor.

Peki, hiçbir geçer akçesi olmayan bîçâre ne yapıyor? O da peş peşe çektiği selfileri profiline koyarak “Ben de varım.” demeye çabalıyor. Beyhûde bir gayretle toplumun hayatına kendisiyle ilgili bir iz düşürmeye çalışıyor. 

Her küp içindekini sızdırır. Eğer küpün içinde kaliteli mal yoksa ondan sızacak olan asit sülfüriktir. Burada da herkes küpündekini sızdırıyor. Çoğunluğun küpünden ise çiğlik, bayağılık, bazen de alabildiğine görgüsüzlük akıyor. 

Soyunarak şöhret olmayı seçen, üzerindeki elbiseleri bir bir çıkarıp podyumda çırılçıplak kalan striptizcilere acıyarak bakarız çoğumuz. Vücudunun en mahrem noktalarını sergilemekten haz duyan teşhirciler makbul insan değildir nazarımızda. Ama nedense şunu hiç düşünmeyiz: İnsanoğlu bedenini örtmekle mi yükümlüdür yalnızca?

Evet, bedenimiz dışında örtmekle mükellef bulunduğumuz daha birçok noktamız var. Sosyal medya hayatımıza girdikten sonra ise biz onların ne olduğunu büyük ölçüde unuttuk. 

Aile albümünüzü herkes görsün diye evinizin bahçe duvarına asmaz, ya da elinizde albümle sokağa çıkıp yoldan geçen tanımadığınız birine onu göstermezsiniz. Kem nazarların cirit attığı sosyal medyada ise bugün onların pek çoğu yapılıyor. Kişinin geçmişindeki her şey, bazen de koca bir mâzî detaylarına kadar sergileniyor.  

Evde ağızlarını bıçak açmayan karı-koca sosyal medya sayfasından gülünç ahenk sohbet ediyor. Birbirleriyle şakalaşıp cilveleşiyor. Gidilen restoranlardan, satın alınan perde ve mobilyalara, yenilen yemeklerden, tercih olunan markalara kadar her şey paylaşım konusu oluyor. Sadece zihinlere emanet en özel anlar, hattâ izdivaç teklifleri bile canlı yayınla bir teşhir metaına dönüştürülüyor. Bazen de bu işler için kutsal mekânlar dahi fon olarak kullanılabiliyor.

Geçtiğimiz yıllarda bir delikanlının bir genç hanıma Beytullah’ın huzurunda yaptığı evlilik teklifi kamuoyunda tartışılıp kınanmıştı. Müminlerin dünyevilikten arınmak ve maneviyatı en yoğun şekilde yaşamak üzere gittikleri mekânda âdeta sevgililer gününü andıran bir seremoninin tertip edilmesi milleti çileden çıkartmıştı.

Umumla paylaşılan özel anlar, özel olmaktan çıktığı gibi, letâfet ve albenisini de yitiriyor. Kamunun malı hâline gelerek üzerinde ileri geri konuşulan bir orta malına dönüşüyor. Eleştiri oklarıyla kirletiliyor. İki insanın üzerine titrediği anlar, milletin üzerine çıkıp hoyratça tepindiği bir platforma dönüşüyor. Tabiatıyla paylaşanların da hissiyatı rencide oluyor. Pişmanlık ve kırgınlıksa cabası… Üstüne üstlük olayın kahramanları da o dakikadan sonra artık kendilerini savunabilecek bir iktidara sahip olamıyor. 

Bu iki insan hayatlarının o en özel anını bir kameraya kaydedeceklerine, zihinlerine kaydetselerdi de, hayatlarının sonuna kadar orada mahfuz o kaydı, ait olduğu mahrem köşeden zaman zaman çıkarıp sadece birbirleriyle paylaşsalardı kendileri için daha lâtif bir hâtıra olmaz mıydı? 

Ama illâki kameralara kaydedilerek herkesle paylaşılacaktı. Dünya çapında bir ilke imza atılacak ve çiftimiz de o ilkin kahramanları olarak toplum nezdindeki çok özel yerlerini alacaktı. Bu, her şeyden evvel inancın ve mahremiyetin sekülerleşmesidir. 

Düşünebilmek için insanın kendisine dönmesi, kendi içine düşmesi lazım. Tefekkürün ilk şartı yavaşlamak. Vites küçültüp hayatın doğal ritmine uymadan içinizdeki sese kulak veremezsiniz. Derinlerden gelen çağrıyı işitemezsiniz. Sürekli telâş içinde olanlar, o sesi farkına varmadan bastırırlar. Hayatın önünde koşanlar, düşünmeye vakit bulamazlar. 
Günümüzde sosyal medya insanın kendisini bulduğu değil, kaybettiği bir mecraya dönüşmüştür. Varlığını ispat ettiği değil, ondan soyunduğu bir konsepte oturmuştur. Kendisini gösterebilmek adına, varını yoğunu pazarladığı bir mezada dönüşmüştür. Geçmişimiz, mahremimiz ve hattâ kutsalımız bile orada ucuz bir piyasa metaıdır artık. Sükse yapıp ilgi çekebilmek uğruna gerektiğinde en kıymetlilerimiz dahi her an ortaya sürülmeye hazır birer mal mesâbesindedir. 
Sosyal medya bir değirmen gibi bizi öğütüyor. Her açıdan bir teşhir objesine dönüştürüyor. Artık onun dümeni bizim elimizde değil, tam aksine bizim dümenimiz onun ellerinde. Bunun da en önemli sebebi, insanoğlunun hayatla arasına mesafe koyamaması. Zaaflarının gölgesinde yaşayan insanoğlu, hâkimi olduğunu sandığı sosyal medyanın kölesi olmuştur. Bütün mazarratına rağmen belki de onun en önemli faydası zaman içerisinde ne kadar lümpenleştiğimizi bize göstermesi oldu.

Evvelemirde tartışmamız gereken ölçü, adap ve kıymet hükümlerimizde meydana gelen erozyondur. Çözüm ise kadim değerlere dönmekte, en başta da teennî, îtidâl ve istiğnâyı yeniden hayatımıza buyur etmektedir. 

İvedilikle insan yetiştirme düzenimizi ele almak zorundayız. Karnını doyurup ruhunu aç bıraktığımız, terbiye anlayışından hikmeti sürgün ettiğimiz eğitim sistemimizin sorgulanma zamanı gelmiştir artık! Her gün bu vadide şâhit olduklarımız bize şiddetle onu ihtar ediyor.