Dedem Korkut ne güzel söylemiş: Hain hanede ise kapı kilit tutmaz oğul!
Hastalıklı kafaların eline kalan dünyada yaşamak böyle bir şey... İran'a yapılan İsrail saldırısı, ideolojik saplantıların neleri heybesinde taşıdığının bir göstergesi sanırım. Perşembenin gelişi çarşambadan belli olsa da bu kadarı akıl alır değil...
İran açısından takke düştü kel göründü demek lazım... Zafiyetin doruklarında olduklarını çok acı bir tecrübe ile gösterdiler. Cenaze için gelen misafirlerini, başkentlerinde "alıcı kuşlara" yem ettiklerinde, tabiri caizse fos olduklarının ipucunu vermişlerdi. Lakin cereyan eden hadiseler bütününe bakınca, durumun vahameti kelimelere sığacak seviyenin üzerinde...
Büyük resme bakarak değerlendirme yapmak elzem... Irak, Suriye ve Lübnan ıskartaya çıkarıldı. Göz göre göre işleyen bir planın yeni adımı İran... Ivır zıvır ihtilaflarla zayıflatılan bölge ülkelerinin dalda olgunlaşan armut gibi düşürülmesi birkaç saate sığabiliyor. Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu'nun benzetmesiyle, sürülmüş tarlalardan biten ihanet sarmaşıkları bünyeyi kurutmaya kâfi...
Cetvelle çizilerek kurulmuş, salata yapar gibi sosyal yapısı inşa edilmiş sanal devletlerin akıbeti belli... Ya kuran odağın av yoldaşı ya da vakti gelince müstakbel avı... Hikaye değişmiyor. Lakin bu kanlı çemberin çapı giderek daralıyor. İster istemez sıra kimde suali dökülüyor dudaklardan... Aslında cevabı belli bir sual...
Politik akrobasinin devri geçmiş... Psikopatça istediğini yapana bön bön bakmak sıradanlaştı artık... Ezberletilmiş repliklerle devri daim eden dünya düzeninde(?) dövülen dövüldüğü ile kalmaya devam ediyor. Fakat herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu hakikati ortada dururken... Düşenin düşerken, sus pus olup ayakta duranı da bu girdaba çekmeyeceğinin garantisi yok! Çünkü istikrarsızlık, bunalım ve savaş bulaşıcı mevzular...
Bizi daha da çetinleşecek günler bekliyor. Sürecin gelişinden gidişini görmemek için, görmek istememek lazım... Peki, bu çetin olmaya çetin... Kıldan ince kılıçtan keskin süreçte... Varlığımızı örselemeden, selamete onurlu bir şekilde çıkabilmek için hazır mıyız? Mozaik misali yan yana yapıştırılmış renkli taşlar gibi miyiz? Yoksa renklerin birbirine perçinlendiği yekpare bir ebru muyuz? Bu sualler kaygı eseri sualler değil... Zira Mevla görelim neyler neylerse güzel eyler düsturuyla yürüyene kaygı neylesin? Hem atalar azdan az çoktan çok gider diye boşa söylememişler. Yeter ki hakikat zemininde yalpalamayalım.