Siyasilerin kültür emperyalizmi, sosyologların kültürel değişim olarak adlandırdıkları maddî ve manevî bir dış baskıya maruz kaldığımızı tekrarlayıp durmakla acziyetimizi, yenilmişliğimizi tekrarlayıp durmak arasında bir fark yoktur.

Batı ve modernizm adıyla söz konusu baskının mahalli ve muhtevası da belli olduğuna göre, bunlara karşı son üç yüz yüzyıldır isteyip de gerçekleştiremediğimiz korunmanın ve ahirinde yeniden mücadele edebilir bir konumun sağlanması, milleti ve dini adına sorumluluk taşıyan herkesin ortak sorumluluğudur.

Nitekim bu üç yüzyıllık zaman diliminde, hemen her nesilde mezkûr sorumluluğu müdrik olanlar, kendi zamanlarının şartlarıyla, dil ve düşünme biçimleriyle ellerinden gelenin en iyisini yapmaya çalışarak öteye geçmişlerdir.

Bu cihetle onların ilgili konuya bakışlarındaki isabetsizlik, gayretlerindeki yetersizlik de bize, bir ders olarak intikal ettiğinden, isabetliliklerine, yeterliliklerine dâhildir.

Onlar kendi dünyalarının ve o dünyaya mahsus önceliklerin hakkını vermeye çalışarak, kendi yerlerinde ve düşüncelerinde kaldılar. Bizim ne dünyamız ne önceliklerimiz onlarınkiyle aynı değil artık, tıpkı zaman yönünden aynı şartlara, aynı dil ve düşünme biçimine tabi olmadığımız gibi.

Örneğin yakın geçmişte onlardan kimileri İslâm’ı asrın idrakine, kimleri de asrı İslâm’ın idrakine söyletmeyi düşünmüş ve önermişlerdir.

Sözü buradan ilerletirsek, bizim kuşağımızın onlara göre farkını da asıl buradan belirlememiz gerekir. Zira her iki öneride ortak olan idrak kelimesinden ne kastedildiği açık-seçik belli olmadığı gibi, söyletme yükleminin İslâm’a olma ile İslâm’dan olma arasındaki ayrım sarih değildir.

Keza, o önermelerin sahipleri de, Batı ve modernizm karşısındaki geriliğin İslâm yüzünden değil, Müslümanların İslâm anlayışlarındaki zedelenmeden, buna bağlı olarak gelişen ataletinden, yanlış tevekkülünden, irade, azim ve gayret yoksunluğundan kaynaklandığında hemfikir oldukları gibi, maruz kaldıkları (mücadele etmek istedikleri) idrakin küfür ile malul bir idrak olduğunda da hemfikirdirler.

Buradan bakıldığında, hem Müslümanların hem de Batılıların idrakinin söylenen ve söyletilen olma açısından bir yeterliliğe sahip olmadıkları açıktır; ilki, inanç esasına göre tecdidi, ikincisi ise İslâm’ın doğru anlaşılmaya elverişli hale getirilmesini zorunlu kılmaktadır.

Bu cihetle bizim neslimiz, zikredilen yetersizliğe bağlı olarak her iki iddiayı da yüklenemez ve sürdüremez. Onların yerine çok daha temel (fundamental) bir iddianın ortaya konulması gerekir. Bunun için ilk etapta elden geçirilmesi gereken şey ise, mevcut dinî malzemedir.

Güya geleneksel düşünceyi yıkarak, yeni tefsirlere, içtihatlara yer açmak adına söz konusu malzemenin belli bir kısmını inkâr etme ve itibarsızlaştırma tutumunu benimseyenlerle, güya sünneti ikame etmek adına İslam metafiziğini ultra-sürreal menkıbelerle takviye ederek hurafeleri koruma tutumunu benimseyenlerin, tartışma nedeni, düzeyi ve muhteviyatı açısından, bu bahiste hiç de birbirlerinden farklı olmadıkları aşikârdır. Zira dini malzeme, şeriat esasınca bir inkâra konu olmayacağı gibi, metafizik esasınca bir yobazlığa da konu olamaz.

O halde, Peygamberimiz’in “vasat ümmet” nitelemesine tabi olarak, söz konusu tutumlar arasında bir uzlaşma arayışından, sentez çabasından da şiddetle uzak durup, bu vasatın kendi özgünlüğünü (İslâmîliğini) temel edinmek en makul tercih olacaktır.

Söz konusu tutumların bugünkü toplumsal karşılıklarına, ayaklarının yer tutuşuna bakılarak, İslâmî vasat’ı temel edinmenin, aslında üçüncü bir tutumun ihdas edilmesi anlamına geleceğini ileri sürmek mümkün olduğu gibi, keza İslâmî vasat’ın çerçevelenmesinde yeni sorunların ortaya çıkabileceğinden kuşkulanmak da mümkündür.

Ancak bunlar şu iki cihetle geçersizdir:

1. İslâmî vasat’ı temel edinenler, taraftar toplamak, mezar ekonomisinin reddinden veya benimsenmesinden yana rant sağlamak, farklı dünyalıklar elde etmek yönünden benzeşmeyenler olarak, istense de mezkur tutumlarla benzeştirilemeyeceklerdir.

2. İslâmî vasat’ı temel edinenler, gerek hikmetin elde edilmesi, gerekse düşmanın silahıyla silahlanılması babında Batı’nın-modernliğin idrakini anlama, çözümleme ve aşma yönünde (önceki nesillere göre) daha donanımlı olduklarından, yine mezkur tutumdakilerin vaki münkirlikleri ve yobazlıklarıyla elde etmelerinin mümkün olmadığı bir imkana sahip olarak farklılaşacaklardır.

İslâmî vasat’ın yeni bir temel fark değil, klasik bir öğütten ibaret olduğunu zannedenler içinse şunu söylememiz yeterlidir:

Dinî malzemeyi inkâr ve yobazlık tutumuyla asli zemininin dışına taşıyanların kendilerini ulema ve irfan ehli olarak pazarladıkları şu ortamda, mânâ ve yüklemini dinin asliyetinden alan her düşünce, ilâhî hakikate ve hikmete değgin olarak, eskitilemezliğiyle yeni olacaktır.

O halde İslâmî vasat içinde, dinî malzemenin bir envanterinin çıkarılması, brütünden ayrıştırılması, zamanın şartlarına, diline ve anlayışına uygun olarak yeniden tefsir edilmesi bizim neslimizin görevidir.

Yenile yenile yenmeyi öğrenmek, yenilgiye ağıt yakmaktan kuşkusuz evlâdır.

- - - -