Câbirî’nin ”zaman dışı” terimi üzerinden mezhep ve tarikatların zamanın dışına itilerek ele alındıklarından söz etmiş ve son yazımızda da Horasan Er(en)lerinin, Medine’den gelen irfanı Horasan’dan Türkistan’a naklettiklerini, burada saf Türk potasında eritilip maya vasfını kazanmasından sonra onu yine Horasan üzerinden Anadolu’ya akıttıklarını söylemiştik.
Bugün söz konusu akışı, din-siyaset bağlamında günümüz entelektüel hayatının içine tutma gayretinin bir örneğiyle çerçevelemek istiyoruz.
Örneğimiz Yalçın Koç’un Anadolu Mayası – Türk Kimliği Üzerine Bir İnceleme adlı eserinin (Cedit, Ankara 2008) hitam cümleleridir:
“Anadolu Türk kim’liği”nin esası, “Türkistan’dan gelen kelam”dır.
“Türkistan’dan gelen kelam”, “İnsan’ın öz’ü”dür.
“İnsan’ın öz’ü”, “mutlak”tır. “Anadolu Türk kim’liği”, bu nedenle “evrim”e, “devrim”e, “değişim”e tabi olamaz; çünkü, “İnsan’ın öz’ü”nün “öte’si” mevcut değildir. “Evrim”, “devrim” ve “değişim” için, “öte”ye ve “son’ra”ya ihtiyaç bulunur.
“Anadolu Türk kimliği”, bu itibarla, “aslen doğduğu dem’de”dir; “her dem, aynı’dır”, “her dem, taze’dir”, “her dem, yeni’dir”.
“Türkistan’dan gelen kelam”dan, “Anadolu’ya mahsusen “aslen doğ’ulur”; “aslen doğ’an”, “İnsan’dır”. “İnsan’ın öz’ü” cihetinden “kültür”, “dış kabuk”tan ibarettir.
“Anadolu Türk kim’liği”, bu bakımdan, Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus olan hiçbir “fikriyat” vasıtasiyle, bu diyara mahsus olan hiçbir “ideoloji” yoluyla ne “açılabilir”, ne “anlatılabilir”, ne “reddedilebilir”, ne de “savunulabilir”.
“Anadolu Türk kim’liği”nin yönünü “Arap kültürü”ne çeviren, “Türkistan’dan gelen kelam”ı, “söz’e ve hizb’e bağlar”.
“Kelam”ın “hizb’i” olmaz. “Söz”ün ve “hizb”in “baskın çıktığı” yerde “kelam” durmaz. “Ateş”in “baskın çıktığı” yerde, “su”yun durmaması gibi; bu, “açık” ve “kapsam’lı” bir ifade şeklidir.
Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus “hukuk” ve “siyasi sistematik”, esasen, “kilise theo-logia’sı”dır. (…)
Grek-Latin-Kilise diyarına mahsus “hukuk” ile, “kilise”nin “kaynağı”, “psiko-analitik theo-logia” itibariyle “müşterek”dir. Bu itibarla, “hukuk” ve “kilise theo-logia’sı” arasında, “tercüme” yoluyla “geçiş” tesis etmek ve, “dış’sal fark’ı” bu yolla aşarak, “hukuk” ile “kilise theo-logia’sı”nın esasen “aynı” olduklarını anlatmak mümkündür. Bu diyardaki “siyasi kurum’lar” için de aynı husus geçerlidir. (…)
Bu itibarla tekrar edersek, Grek-Latin-Kilise diyarındaki “siyasi kurum’lar”, mesela “Avrupa Parlemento’su”, “kilise’dir”; “mevzuatı”, “kilise theo-logia’sı”dır; “toplantı’sı”, “ayin”dir; buna, “hizip’sel ayin” de diyebiliriz.
“Ay yıldız’lı al bayrağımız’ın” ve “vatanımız’ın” “esas’ı”, “Anadolu Türk kim’liği”dir.
“Ay yıldız’lı al bayrağımız” ve “vatanımız”, “Anadolu Türk kim’liği”nin “öz’ü” itibariyle, yani “Türkistan’dan gelen kelam” itibariyle, “kutsal”dır.
Bu “hakikat”, “kelam”ı “söz”den, “bayrak”ı “bez”den, “vatan”ı “arazi”den ayıramayan “Anadolu Vahhabi’leri” ve, “rahip zümre’leri” için “can alıcı nokta”dır.
“Anadolu Vahhabi’si”, “kutsal’lık idrak’ını” “Arap kültürü”ne bağlayarak ve, bu itibarla “ay yıldız’lı al bayrağımız’ın” ve “vatanımız’ın” “kutsal olmadığını” öne sürerek, “Anadolu Türk kim’liği”ne saldırır.
“Bizzat Kilise” de, aynı yönde gayret sarfeder; “Anadolu Türk kim’liği”ni, “tadil edilmiş Arap Kültürü”ne tahvil etmeğe uğraşır.
Bu itibarla, “Anadolu Vahhabi’si” ve “bizzat Kilise”, birbirleri ile “uyumlu” olarak, “Anadolu Türk’ü”ne “can düşmanlığı” eder.
Oysa “kutsal’lık”, sadece, “Kadim dem’de Hatem olan Kelam”a mahsustur; “Arap kültürü”ne değil.
“Türkistan’dan gelen kelam”, “Yesi”den bir “Yüce İnsan›ın gönlünde Türkçe söz ile açılan Kadim dem’de Hatem olan Kelam”dır. Bu “açılış”, ne “tefsir”dir, ne “tercüme”dir, ne de “meal”.
“Anadolu”dan, bir dönemde, “Diyar-ı Rum” olarak sözedildi.
Bu ifadeden hareketle, “Anadolu”yu, “Roma”ya ve “Bizans”a bağlamak, ya “cehalet” ile alakalıdır, ya da “bozuk niyet” ile.
“Anadolu”, “öz’ü” itibariyle, “Anadolu mayası” demektir. “Anadolu mayası”, “Türkistan’dan gelen kelam”dır.
“Anadolu mayası”nın “terkib” yoluyla oluşmadığını ve hiçbir “terkib”e de girmediğini değişik cihetlerden anlattık ve, “kültür” yoluyla “asli kim’lik” tesis edilemeyeceğini ifade ettik.
Aksini düşünmek, “Türkistan’dan gelip de Anadolu’ya maya olan kelamı”, “Roma”ya ve “Bizans”a ve, bu yolla “bizzat Kilise”ye bağlamaktır. Böyle bir düşüncenin bir sonraki safhasını ifade etmeğe ise, dil varmaz.
Bu yönde hareket eden bazı “fantezi ehli muhterem’ler”, ki bunların bir kısmı “tarih’çi” sıfatı taşımaktadır, “Anadolu”nun bu “hassas” safhasında, “bizzat Kilise”nin “yan’ında”, muhtemelen “iç’inde” yeralarak, Anadolu’da “fikri tahribat”a yolaçmaktadır.
“Roma” ve “Bizans”, “Grek” ve “Kilise”, her cihetten Anadolu’dan “sökülüp atılmıştır”; “geri gelmemek” üzere. Bunu “anlamak” için, “Anadolu’ya bakmak” yeter.
“Roma ve Bizans”a, yani “Grek-Latin-Kilise diyarı”na, yani esasen “bizzat Kilise”ye “kapı’lananlar”ın “idrak’ı” ve “hafıza”sı, bu hususta bir hayli “zayıf”tır.
“Anadolu mayası”nı “bilmeyen”, “mevcut durum”u, “Anadolu” için “son (final)” zanneder. Oysa, “Anadolu”nun, nice “son” zannedilen “safha”yı, “son’landırdığını” hatırlayamaz. Nasıl hatırlasın.
“Anadolu mayası”nı “bilmeyen”, biz “Anadolu Türk’leri”nin, bu safhada da, içine düşürüldüğümüz “yok olmak, yok edilmek tehlikesi”nden, “diri’lerek”, “can’lanarak” ve “bir’leşerek” çıkacağımıza ihtimal veremez.
Burası, “Anadolu toprağı”dır; “gönlü maya’lılar’ın yurd’u”dur. “Bilmeyen”, nasıl anlasın.
“Gönül mayası”, “birey”i, İnsan eder”, “toprağ’ı, vatan eder”; “bez’i, ay yıldız’lı al bayrak eder ve, şeref’le yüce’lerde dalgalandırır”.
Bu “safha”daki “kurtuluşumuz” da, “Anadolu Türk kim’liği”ne sarılmamıza bağlıdır; “asli kim’liğimiz”, bu “safha”da da, yegane “kurtuluş yolu’muz”dur.