* Bundan tam 103 yıl önce 6 Eylül 1917 günü Haydarpaşa Limanı'nda çok büyük bir patlama olmuştu. Birinci Dünya Savaşı'nın en kritik günlerinde Filistin cephesine sevk edilmek üzere  Almanya'dan gelen silah, cephane ve askeri malzemeyle dolu depolar bir anda infilak etmiş, yüzlerce kişi ölmüştü. Kudüs savunmasını doğrudan etkileyen ve belki de tüm Ortadoğu'nun kaybına sebep olan bu patlamanın arkasında acaba kimler vardı?

Bilindiği gibi 4 Ağustos'ta Beyrut limanında çok büyük bir patlama olmuş, bölge harabeye dönerken binlerce insan yaralanmış, yüzlerce kişi de hayatını kaybetmişti.

Lübnan'da meydana gelen bu büyük patlama bana bir asır önceki Haydarpaşa sabotajını hatırlattı. Az bilinen bu olayın, meydana geldiği zaman diliminde sonuçları itibariyle etkisi çok büyük olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü yılında Ortadoğu'da düğümlenen karşılıklı güç gösterisinin bir tarafında Osmanlı Devleti ve Almanya, diğer tarafında ise İngiltere ve Fransa yer alıyordu. Almanya her türlü silah ve maddi yardım yaptığı Osmanlı Devleti'nin askeri teşkilatına hakim olabilmek için İttihat ve Terakki Hükümetine ağır baskı uyguluyordu.

Kutül-amare zaferine rağmen 1917 Mart ayında Bağdat İngilizler tarafından işgal edilince, yeni askeri tedbirler gündeme geldi. Filistin, Suriye ve Irak bölgesini içine alacak şekilde iki veya üç ordudan meydana gelen, olağanüstü yetkilerle donatılmış Yıldırım Orduları Grubu kurulmasına karar verildi. Ama asıl önemlisi bu ordunun başına kimin getirileceğiydi. İki senedir Filistin ve Suriye Bölgesi'nde savaşan ve başarılı olan 4. Ordu komutanı Ahmet Cemal Paşa en güçlü adaylardan biriydi. Üstelik İttihat ve Terakki'nin üç paşasından biri ve Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın kader arkadaşıydı.

Ama bu hesaplar Berlin'den dönmüş ve ani bir kararla Yıldırım Orduları'nın başına Alman eski Genelkurmay Başkanı Mareşal Falkenhayn getirilmişti. Üstelik Almanların Fransızlara karşı kaybettiği Verdün Savaşı'nın sorumlusu olduğu için görevinden azledilen bu general, askeri anlaşma gereği Osmanlı Ordusu'nda bir üst rütbeyle yani Mareşal olarak görevlendirilmişti.

MAREŞAL FALKENHAYN HAYDARPAŞA'DA

Haydarpaşa Limanı ve çevresi, Almanya’dan getirilip trenle cephelere sevk edilmek üzere bekletilen askerî malzeme, cephane ve erzak depolarıyla doluydu. O gün trene Filistin’e sevk edilecek askerler bindirilmiş, arkadaki vagonlara ise cephane, askerî malzeme ve erzak yüklenmiş, harekete hazır bekliyordu. İstasyonda bir de kalkış saatini bekleyen yolcularla dolu bir banliyö treni vardı.

Mareşal Erich Von Falkenhayn, Yıldırım Ordular Grubunun kumandasını ele almak üzere, 6 Eylül günü karargâh subaylarıyla beraber lüks bir trenle Haydarpaşa’dan Filistin Cephesi’ne hareket etmişti. Onun hareketinden birkaç saat sonra bu istasyon korkunç bir olaya sahne oldu.

İstanbul’un bu sakin sonbahar ikindisinde saatler 16.30’u gösterirken müthiş bir patlama oldu. Bundan 7 saniye sonra ikinci bir patlama ve arkasından büyüklü küçüklü infilaklar devam etti. Peş peşe patlayan cephane vagonlarından sağa sola kurşunlar, demir ve çelik parçaları uçuşmaya başladı.

Haydarpaşa Garı’nda yangın başlamış, çevredeki depoları ve binaları alevler sarmış, etrafı cehenneme çevirmişti. Birden bire gökyüzü siyah kızıl bir renge bürünmüş, dumanlar içinde göz gözü görmez olmuştu. Patlamayla etrafa savrulan enkazdan, uzaktaki bazı insanlar bile yaralanıyordu. Trenlerdeki askerler ve sivillerden kurtulabilenler kaçışıyor, kendilerine sığınacak bir yer arıyordu. Çok sayıda ölen ve yaralananlar olmuştu.

Patlama hem Anadolu hem Avrupa yakasındaki birçok semtten duyulmuş, çevredeki binaların camları kırılmış, halk arasında büyük paniğe sebep olmuştu. İnsanlar sağa sola koşuştururken birbirlerine şöyle sesleniyorlardı:

— İngiliz uçakları Haydarpaşa Garı’na bomba atmış.

— Hayır, bir düşman denizaltısından torpido fırlatılmış.

— Yok öyle değil, bu sabotajı Ermeniler düzenlemiş. Büyük bir vinçten aşağıya cephane sandığını kasıtlı olarak düşürerek patlatmışlar.

— Ne sabotajı canım! Sadece bir kaza. Bir hamalın sırtındaki cephane sandığını yere düşürmesiyle ilk patlama meydana gelmiş.

Bütün konuşulanlar söylentiden ileri gidememişti. Olaydan hemen sonra İttihat ve Terakki Hükümeti gazetelere sansür uygulamış, sadece Tanin gazetesinde yapılan kısa bir açıklama ile yetinilmişti. Bu yüzden hiç kimse bu konu hakkında gerçek bir bilgiye sahip değildi.

Patlamalar uzun süre devam ettiği için, yangın ancak gece yarısına doğru kontrol altına alınabildi. İşte o zaman olayın korkunç boyutu ortaya çıktı. Asker ve sivil yüzlerce insan ölmüş, yüzlercesi de yaralanmıştı. Bazıları ölenlerin sayısının bini aştığını söylese de, bu hiçbir zaman tam olarak öğrenilememişti.

Gar’ın durumu ise içler acısıydı. Dokuz sene önce hizmete giren bu muhteşem bina bir harabeye dönmüştü. Kuleler ve çatı tamamen yanmış, camları kırılmış, duvarları delik deşik olmuş ama yine de ayakta kalabilmişti. Limanda, ambarlarda ve diğer binalarda çok büyük hasar meydana gelmiş, yüzlerce ton çok kıymetli askerî malzeme, cephane ve erzak zayi olmuştu. Bu, tekrar yerine konulamayacak ve telafi edilemeyecek büyük bir kayıptı.

Bu büyük patlamanın bir kaza olduğu iddia edilmişse de, bunun bir sabotaj olduğu açıkça anlaşılmıştı. Hem de Filistin Cephesi’ndeki savaşın sonucunu etkileyecek kadar önemli olan bu sabotaj, casusların çok gizli bir şekilde yürüttükleri ve başarılı oldukları bir faaliyetti.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI'NIN SON YILLARI

Birinci Dünya Savaşı başladıktan sonra Harbiye Nezareti bünyesinde kurulan “İhracat İthalat ve Siparişat-ı Umumiye Dairesi”nin ilk başkanı Kurmay Yarbay Servet Bey olmuştu. Sirkeci Gümrüğü’nde bulunan Dairenin “Teftiş ve Muayene” bölümünün amiri, Binbaşı Salih Münir Bey, tercümanı ise yedek subay A. Baha Bey idi.

O yıllarda Sirkeci’den Çarşamba ve Cumartesi günleri kalkan “Balkanzug” yolcu treni Berlin’e giderdi. İşte “Teftiş ve Muayene” ekibi o günlerde Sirkeci Garı’nda bir kontrol masası kurar, asker ve sivil bütün yolcuların valizlerini tek tek kontrol ederlerdi. Bu kontrol günlerinde seyahat eden Alman subaylarına yardımcı olmak, gerekirse tercümanlık yapmak üzere orta yaşlı bir Alman deniz eri de ekibe katılırdı. Georg Mann adında iri yarı, sarı saçlı, mavi gözlü, kızıl suratlı bu adam, İstanbul’daki Alman Askeri Sevkiyat Dairesi Başkanı Yüzbaşı Von Kurz’un emrinde çalışmaktaydı.

Kendi anlattığına göre Alsas-Loren’li olan Georg Mann, daha önce de Haydarpaşa demiryolunun inşaat işlerini yürüten bir şirkette çalışmış, savaş başlayınca askere alınmış, Almanya’ya gönderileceği yerde, iyi Türkçe konuştuğu için İstanbul’daki sevkiyat dairesinin emrine verilmişti. Daire Başkanı Yüzbaşı Kurz Türkçe bilmediği için, Georg Mann kısa zamanda onun sağ kolu olmuş, Alman subaylarının da güvenini kazanmıştı. Harbiye Nezaretine çok rahat girip çıkıyor, istediği kişinin yanına giderek bilgi alabiliyordu. Bazen de kurye olarak Almanya’ya gidiyordu. Mann, Sirkeci Garındaki kontrollerde yedek subay Baha Bey ve arkadaşı Fuat Bey’le birlikte çalıştığı için iyi dost olmuşlardı. O zamanlar Almanlar en iyi müttefik ve en sadık dosttu.

BÜYÜK İNFİLAK

6 Eylül günü işini bitirip Cağaloğlu Yokuşu’ndan aşağıya inmekte olan Baha Bey, birden büyük bir patlama sesi duydu. Arkasından peş peşe patlamalar birbirini takip edince, korkusundan oradaki İtimat Kitabevi’ne sığındı. Dükkânın içindeki kalabalık, korku ve dehşet içinde birbirine bakıyor, her kafadan bir ses çıkıyordu.

Baha bey tam bu sırada Georg Mann’ın yokuştan aşağı koştuğunu gördü. hemen dükkândan dışarı fırlayarak ardından seslendi:

— Hey Georg, böyle aceleyle nereye gidiyorsun?

Mann koşmaya devam ederek, arkasına dönüp Baha Bey’e eliyle gel işareti yaptı. Baha Bey adamın telaşına bakınca, bir şeyler bildiğini anlayıp hemen peşine takıldı. Koşarak geldikleri Eminönü’nden bir sandala binerek, Haliç’te bulunan Alman transatlantik gemisine gittiler. “General” adlı bu gemi savaştan önce İstanbul’a gelmiş, Alman askerî karargâhı olarak kullanılmaktaydı.

Baha Bey endişe ve korku içinde Mann’a sordu:

— Ne oluyor?

— Biraz bekle, şimdi görürsün. Ben şimdi gelirim.

Sandaldan hızla gemiye çıkan Mann, bir kaç dakika sonra bir motorbotla geldi ve Baha Bey’e seslenerek:

— Ne olduğunu görmek istersen, haydi atla, dedi.

Motor köprüyü geçip, Sarayburnu’na geldiğinde o korkunç ve dehşetli manzara artık gözler önündeydi. Haydarpaşa Garı, Liman ve etrafındaki binalar cayır cayır yanıyor ve patlamalar devam ediyordu. Gökyüzü kapkara bulutlarla kaplanmış, her taraftan demir, çelik, taş parçaları yağıyordu.

Baha Bey dümendeki George Mann’a bağırdı:

— Çıldırdın mı sen, nereye gidiyoruz?

— Vazife, dedi adam ve dümene sarılarak motoru Haydarpaşa’ya doğru sürdü.

Georg Mann, motorun Gar iskelesine yaklaşmasından itibaren fotoğraf çekmeye başlamış, iskeleye çıktıktan sonra da çok tehlikeli yerlere girerek yangını değişik yerlerden görüntülemişti.

Az sonra kan ter içinde çıkagelen Mann kahraman pozları  takınarak, Baha Bey’e hitaben:

— Korkunç, bütün cephane havaya uçtu.

— Sen ne dersin bu işe?

— Bir düşman uçağı bomba attı.

— Uçağı gördün mü sen?

— Hayır.

— O hâlde?

— Bir casus işi de olabilir.

— Sence bu casus kim olabilir?

— Kim olacak, mel'un İngilizler.

Beraberce tekrar ‘General’ gemisine gittiklerinde Mann:

— Dostum, benimle eve gelirsen, çektiğim resimlerden birkaç poz da hatıra olarak sana veririm.

Baha Bey ve Mann Beyoğlu’nun dar bir sokağında bir apartmanın önüne geldiler. Kapıyı siyahlar giymiş, ince, zayıf, esmer bir kadın açtı. Mann filmi yıkayıp resimleri tab ederken, bu kadın da Baha beye bir çay getirdi ama onun hiçbir sorusuna cevap vermedi. Bu meçhul kadın Mann’ın karısı olamazdı, acaba evin sahibi miydi? Baha Bey bunların hiçbirini öğrenemedi.

MONDROS MÜTAREKESİ'NDEN SONRA

Aradan bir seneden fazla zaman geçmiş, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nden sonra bütün Almanlar memleketlerine geri dönmüştü. 13 Kasım’da İngilizler, 55 parça donanmayla İstanbul Boğazı’na demir atmış, Albay Muerpi kumandasında 3500 askeri karaya çıkarmışlardı. Artık caddelerde Almanlar yerine İngiliz, Fransız, İtalyan asker ve subayları dolaşıyordu.

Baha Bey de diğer arkadaşları gibi terhis edilmişti. Bir gün arkadaşlarıyla beraber Kohut kahvehanesi’ne gitmişlerdi. Tıklım tıklım dolu olan salonun köşesinde boş bir masa bularak oturdular.

Baha Bey’in, karşısında tek başına oturan bir adam dikkatini çekti. Şapkasını gözlerine kadar indirmiş, ağzında purosu olan bu garip adam kendisine bakarak gülümsüyor ve eliyle ‘Gel’ işareti yapıyordu. Ne kadar düşündüyse de bu adamı bir türlü hatırlayamadı. Sonra adam başındaki şapkasını çıkarınca, Baha Bey çok şaşırdı. Evet bu adam Alman deniz askeri George Mann’dan başkası değildi.

Bütün Alman asker ve subayları Romanya üzerinden çoktan Almanya’ya dönmüşlerdi. İngilizler duvarlara kocaman afişler yapıştırıp, gizlenen Alman ordu mensuplarını haber vermeyenlerin kurşuna dizileceğini bildirmişti. Bu nasıl bir çılgın adamdı ki herkesin içinde oturmuş, bir de konuşmak istiyordu.

Baha Bey bu durumdan çok rahatsız oldu. Adamın masalarına gelmemesi için kalkıp yanına gitti. Mann gayet pişkin bir şekilde konuştu:

— Buyurun Baha Bey, oturun.

— Hayır oturmak istemiyorum.

— O zaman şuna bir göz at.

Baha Bey karneyi alıp açınca Fransızca şu satırları gördü:

“Deniz Nezareti. İkinci Şube. Mösyö Georges Mann (Georg Mann, Georges Mann olmuştu) bizim servisimizdedir. Müttefik askerî ve sivil makamların kendisine gereken kolaylığı göstermeleri rica olunur.”

Resim, imza, mühür.

Karneyi okuyan Baha Bey’in sanki kanı dondu, elleri titredi ve karne elinden yere düştü. Adam karneyi yerden alıp cebine koydu ve gayet sakin bir şekilde:

— Tamam artık yanımda oturabilirsin, otur da konuşalım, dedi.

Baha Bey kendini toparlayıp adamın yanına oturunca,

Georges Mann çok düzgün bir Fransızca ile hikâyesini anlatmaya başladı:

— Ben bu işi ta Bağdat Demiryolu’ndaki Philips İnşaat Şirketi’nde çalıştığım zamandan beri yapıyordum. Bütün savaş süresince de yapmaya devam ettim. Çok başarılı oldum. Hani hatırlıyor musun, Haydarpaşa infilakinde bir motorbotla oraya birlikte gittiğimizi, fotoğraf çektiğimizi ve sana da birkaç kopya verdiğimi? O sabotajı ben ve arkadaşlarım yaptık.

Yine bilmem hatırlıyor musun, “Balkanzug” ile zaman zaman Alman askerî kuryesi olarak Berlin’e gidip geldiğimi? Bizim şefimiz oradaydı. Ona rapor vermek ve yeni talimat almak için o yolculuğu yapıyordum.

Baha Bey bir anda gerilere gitmiş, bu adamla beraber çalıştığı günleri derin bir üzüntü ve vicdan azabıyla hatırlamıştı. Kendisi ve diğer arkadaşları bilmeden kim bilir ne türlü gizli bilgileri bu ajana vermişti. (*)

* A. Baha Özler, Haydarpaşa Garı’nı Havaya Uçuran Adamı Tanıdım, Yıllarboyu Tarih Dergisi, Ekim, 1980.

Bir zaman sonra tanıştığı bir Fransız teğmen, Baha Bey’e çok ilginç bir olay anlatmıştı. Georges Mann Sivastopol’e giden bir Fransız savaş gemisinde çıkan isyanı bastırmak isterken, galeyana gelen denizci askerler tarafından boğulup denize atılmıştı. Allah’ın adaleti ve kaderin garip bir cilvesi.

KUDÜS SAVUNMASI ÇOK ZAYIFLADI

1917 yılının Eylül ve Ekim aylarında İngiltere Mısır'a çok büyük askeri yığınak yapmaya başlamıştı. Kahire'de göreve başlayan İngiliz generali Allenby hedefine Kudüs'ü koymuş, Filistin, Suriye ve bütün Ortadoğu'yu işgal için planlarını yapmaya başlamıştı. İstihbarat çalışmalarına çok önem veren Allenby, Filistin'de kurulmuş olan amatör Yahudi gizli örgütü Nili'den çok önemli biligi ve belgeler elde etmişti.

Fransızlar da özellikle etkili oldukları Lübnan'da istihbarat ve casusluk faaliyetlerini yürütüyor, Osmanlı'dan memnun olmayan aşiret ve etnik grupları isyana teşvik için elinden geleni yapıyordu.

Payitaht İstanbul, Alman ve Avusturyalı subay ve askerlerle dolu olduğu için bunların arasına karışan casusların da cirit attığı bir yer olmuştu. Böyle kritik bir dönemde gerçekleştirilen Haydarpaşa sabotajı, başta Kudüs olmak üzere Filistin ve Suriye'nin kaybedilmesinde çok etkili olmuştu. Bir Fransız casusunun işi gibi görünse de, Siyonist örgütlerin de bu sabotajda etkili olduğunu tahmin ediyorum.

Bu patlamadan iki ay sonra Gazze işgal edildi. Gazze'den tam bir ay sonra da   9 Aralık 1917'de Kudüs kaybedildi. Gerisi çorap söküğü gibi geldi. Filistin, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Irak bir yıl içinde elimizden uçup gitti. Dört asır hakimiyetimiz altında kalan, maddi ve manevi her türlü fedakarlık yaparak koruduğumuz, kolladığımız İslam beldeleri, Siyonistlerin desteği ile sömürgecilerin eline geçti.

Bugün hâlâ yüzyıl önce başlayan bu Haçlı saldırısının devam ettiğini görüyoruz. Osmanlı'yı tarih sahnesinden silen bu emperyalistler, elbette güçlü ve geçmişini hatırlayan bir Türkiye'ye tahammül edemezler. Ama Allah'ın izniyle istikbalde İslam'ın hakimiyetini bütün dünya görecektir.