“Dârüsselâm” ya da “Medine-tül Fazıla”, “Barış Yurdu” ya da “Erdemliler şehri”..

Adalet yoksa barış da yok. Adalet yoksa ve barıştan söz ediyorsanız bu “teslimiyet”tir. “Pax West Rom”dur. Yani Batı Roma barışıdır. Orada adalet ya da erdem yok, merkezde güç vardır!

İslam toplumunda merkezde “Hak” olması gerekir. Onun için biz “Hakk’a tapan bir milletiz”. Aslolan Allah’ın rızasıdır çünkü. “Hukuk” “Hak”kı koruyan, ona tabi bir düzeni ifade eder.

Biz, “Alemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamberin ümmetiyiz. Allah da “Alemlerin Rabbi’dir”. Onun için biz “Nizam-ı Alem”den söz ediyoruz. “İ’layı Kelimetullah”tan söz ediyoruz. Onun için “Bütün insanlığın, mevcudatın hayrına olmayan bir çözüm teklifi, bizim teklifimiz olmayacaktır” diyoruz.

İslam geleneğinde “İnsan” tanımı da farklıdır. İnsan hem “Ekmel-i mahlukat, eşref-i mahlukat”tır, hem de “Belhum Adal” da olabilir. Aynı şekilde, “toplum” ve “iktidar” tanımı da farklıdır. İslam toplumunda yönetim, toplumun liyakatına orantılıdır. Ve İslam, kendine tabi olan “insan”ı “Hakk’ın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi” olarak tanımlar. O “Yaratanın yaratılana vahyettiği yaşama biçimini ‘elestü bezmi’nde kabul etmiştir.” Bu “Misak” onu “Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi” yapar. Ve Allah insanı yaşadığı zamana ve mekana şahid kılar. Ve o insan, karşılığını yalnız Allah’tan bekliyor olarak yaratılmışlığın 5 emanetini yüklenir. Ayrıca, havanın, suyun, toprağın emaneti ondadır. Zamanın ve mekanın şahidliği ondadır. 5 temel emniyete gelince, mal, can, namus, akıl - inanç ve canlıların nesil ve fıtratları ve birbirine bağlı olan sistemlerinin korunması sorumluluğu Müslümanlara aittir. Bu, aynı zamanda bir  “Cihad” eylemi olacaktır. Bunu gerçekleştirirken de, aynı Allah’a, Resulüne ve kitabına iman eden Müslümanlarla, “ihvan” olma bağlamında, istişare ve şûra ile karar veren ve farzı ayn konularında hep birlikte, farzı kifaye alanlarında kendi aralarında iş bölümü yaparak ittihad üzere “Müttehid, erdemli insanlar ve mazlumlarla erdem ve mazlumiyet çerçevesinde ittifak üzere “Müttefik”, başkalarının temel hak ve hürriyetlerine yönelik, açık ve yakın bir tehdit oluşturmayan, başkalarına karşı İlahlık ve Rablik taslamayan herkesle, karşılıklı nimet-külfet dengesine dayalı itilaf üzere “Mutelif” olmamız gerekir. O zaman “İhvanul Müslimin” evrensel bir gerçekliğe kavuşmuş olacaktır. Yani dünya ittihad, ittifak ve itilaf üzere bir barış düzenine kavuşacaktır. Bu düzenin merkezinde de adalet yer alacaktır. Devlet, toplumun inanç değerleri konusunda onlara karşı bir dayatmada bulunmayacak, “5 Temel Emniyet” dışında bir eğitim şartı ya da yönlendirme yapmayacaktır.

İslam toplumunda devlet bu anlamda “Adalet, Barış, Hürriyet” sacayağı üzerinde yükselecektir. Adalet yoksa bu düzende barış da yoktur. Adalet ve barış yoksa o ülkede hiçbir hürriyet güvence altında değildir demektir. O ülke artık “Dârüsselâm” değil, “Dârül İfsat”dır. Bir ülkede adalet, barış ve hürriyet varsa ve toplum o ülkede her insanın beş temel emniyetini garanti ediyorsa, o ülkeden insanları kovsanız da gitmezler. Bunlar yoksa bağlasanız da durmazlar.

Bu sistemin Nübüvvet öncesi “Mekarim-i ahlak” olarak “Hılful Fudul” şeklinde kendini gösterdiğini görüyoruz. Asrı saadette ise, Medine Sözleşmesi ve 5 temel emniyetin sağlanması ile  zulüm, sömürü ve ifsadın yasaklandığını görüyoruz. 

Hz. Ömer döneminde adalet kemale erer. Osmanlı devletinin devletleşme sürecinde toplum modeli, Hz. Ömer’in Kudüs beyannamesindeki “Millet sistemi”ne göre inşa edilmiştir. Osmanlı’da bürokrasi ise Bizans sisteminin ıslahı ile ve Selçuklu tecrübesinin harmanlanması ile şekillenmiştir. Zaman içinde genişlediği coğrafyalardaki sistemleri de özümseyerek gelişmiş ve 1700’lerin başında Lale devri ile yozlaşma ve yabancılaşma başlamış, Tanzimat’la inkar, İttihat Terakki ile kendi temel değerlerine karşı savaş dönemi başlamış, cumhuriyetle bu süreç tamamlanmıştır.

İslam toplumunda “birey” yok, “kişi” vardır. Kişi ve toplum “aile” içinde “kimlik, kişilik” kazanır, eğitimle değil. Allah bizi parmak uçlarımız gibi farklı yarattı. Farklılıklarımıza rağmen barış içinde bir arada yaşayalım diye, bizi kabileler halinde yaratırken bir yanda “Tearüf” etmemizi, “Bilişmemizi” istedi.

Batılılar “Hak merkezli yönetim”e, Nomokrasi diyorlar. Nomokrasi bizdeki durumu tam ifade etmez. Orada “Hak” tanımı da çok farklı. “Norm”dan söz ederken, Norm’u “Normalizasyonun aracı” haline getiriyorlar. Onlar bu anlamda eşcinselliği normal görebiliyorlar. CEDAW ile bunu bir Norm haline getirmeye çalışıyorlar. Bizdeki “İlah: Hüküm koyucu”, “Rab: Terbiye edici” tanımı onlarda yok. Bizim İlahımız ve Rabbimiz Allah’tır. Onlar seküler anlamda İlah ve Rabbi, “Tanrıya adanmış bir sorumluluk” şeklinde algılıyorlar ve ona karşı çıkmayı yasaklayarak, “Teokratik Otokrasi”ye sapıyorlar. Eğitim onun için onlarda çok önemli. Sadece bilgi değil algı da önemli. Onun için algı yönetimi ile kilisenin kontrolünde bir algılama sistematiği oluşturuyorlar. Bunun en başarılı örneklerinden biri de Montessori modeli. İşte o akılla düşünen ve algılayanlar İstanbul sözleşmesi ve CEDAW’ın nasıl bir felaket olduğunu anlayamıyorlar. NLP yöntemleri, başka algı operasyonları ile dizi filmler, media dili, siyaset ve piyasa dili, reklamlarla aslında algılarımız farkında olmadan yönetiliyor. Zaten böyle bir ortamda insanlar Deist ve Agnostik olmaya daha yakın oluyorlar. Daha Pragmatik, Rasyonalist ve Determinist oluyorlar. Hak’tan sapıyorlar. Bir süre sonra anlatsanız da anlamaz hale geliyorlar. “Gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar, kalpleri var hissetmiyorlar”. Bütün bu yanlışlar komedisi içinde bozgunculuk yaptıklarının farkına da varamıyorlar ve hâlâ kendilerini, “Biz ancak ıslah edicileriz” olarak tanımlıyorlar. Bu sapma, siyaset, media ve piyasa üzerinden bulaşıcı bir hastalık gibi topluma sirayet ediyor. Küçük bir hatırlatma: “Montessori 2030 perspektifi”nin logosu gök kuşağı renkleri ile boyanmış bir simit! LBGT’liler çok mutlu olacak! Yiyene afiyet, yedirene rahmet olmayacak!?

Biz “din” deyince, “Allah’ın dini”ni anlıyoruz. Hz. Adem (AS)’den Hz. Muhammed (AS)’e bütün Peygamberlere gelen dini anlıyoruz. Bu din, sadece Müslümanlara değil, bütün insanlığa hitap ediyor. Onların hukukunu da koruyor. Allah (cc) “Onların dini onlara, sizin dininiz size” diyor. “Onların kutsallarına hakaret etmemizi yasaklıyor. İşi ehline vermemizi istiyor, bilenlerle ve dürüst insanlarla istişare ve şûra yapmamızı istiyor. Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana zalime karşı olmamızı istiyor. “El Emin” olmamızı, güzel örnek olmamızı istiyor. Onları cehennem ateşinden korumamız için “Müellefetül Gulub” yapmamızı istiyor.

Şimdi bizim bazı şeyleri yeniden düşünmemiz gerek. Övünmeyi ve dövünmeyi bir kenara bırakıp yeniden düşünmemiz, saflarımızı sıklaştırmamız ve kendimizi değiştirmemiz gerek. 

Bu konu burada bitmeyecek. Devam edeceğiz. Daha söylenecek çok söz var. Selâm ve dua ile.