Her şey ne kadar da hızlandı. Selin alıp götürdüğü dal parçaları gibi akıp gidiyoruz öylece…  Her geçen sene bir öncekine göre daha da süratli… Bugün derken dün oluvermiş soluk alıp verdiğimiz an… Bu kadar hızlı bir seyir tuhaf değil mi?

Hayatı bu kadar hızlı kılan nedir aceb? Hakikaten bir hızlanış mı söz konusu ya da hızlandırış mı? Yoksa… Hız dediğimiz bir sanıştan mı ibaret? Kuruntularımızı hız deyip geçerek başımızdan mı savıyoruz?

Peki, bu hız fıtratımızın kaldırabileceği bir oluş mu? Eğer değilse… Bu çerçevede dengeyi bozan nedir? Başka bir ifadeyle bizi hız cenderesine hapseden ve bu gayrı meşru mengenede posamızı çıkarıp haz uçurumuna yuvarlayan el kimin?

Hayat dediğimiz oradan oraya koşturmak, sürekli bir şeylere yetişmek, bir şeyleri kazanmak, mertebelere erişmek emeliyle sarmalanmış… Bu hız sağanağında, kendimizi kaybetmiş olduğumuzun farkına dahi varmadan çabalıyoruz. Kendimizi kaybedişimiz… Tıpkı kalabalık bir pazar yerinde alışverişe dalıp bir an küçük çocuğunun elini bırakıp da kaybeden annelerin hali gibi ilk bakışta… Fakat kaybının farkına varıp da arayıp bulma telaşına düşen o annenin şuuru… Evet… Şuursuz bir kayboluş bizimki… Nasıl? Niçin? Ne uğruna? Niye? Cevapsız suallerin demetlendiği bir tutukluluk hali… 

Acele şeytandandır derler. Her şeyi hızlandıran bir el var. Bu elin… İlhamının rahmani olmadığını söylemek için, birbirini –hatta kendini bile- çiğneyip geçen insanlığı delil göstermek pek de yersiz sayılmaz. İnsanları hız ile düşünemez edebilirsiniz. Sanırım her şey cemiyet olmaktan sürüye dönüştürülmemiz için hızlı… Evet… Ne alaka dediğinizi duyar gibi oluyorum. 

İnsanları yığınlaştırma hedefi birçok –izm tarafından önemli bir hedef olarak karşımıza çıkmakta… Yığınlaştırılmak için; düşünemeyen, akledemeyen idrak fukarası insanlara ihtiyaç var. Bir insanın şuurunu devre dışı bırakmak için düşünüp tartmasını engellemek lazım… İdrak ve şuurdan mahrum bırakılan insanların, -belgesellerden seyretmiş olmalısınız- saldırıya geçen çitaları sezip bir anda panikle kaçışmaya başlayan antiloplardan farkı mı kalır?

Peki, günümüz dünyasında insanlığın hali nicedir? Sanırım sadece şuur ve idrak yoksunluğuyla kalmayıp, uyuşturulmuş ya da hipnoz vaziyetine geçmiş bir hal söz konusu… İçine yuvarlandığımız hız çukurunun en büyük marifeti… 

Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde, “Düşünmez misiniz?”, “Akletmez misiniz?” diye biz kullarını ikaz etmiyor mu? Bu ikaz, insanın aklettiğinde yolunu doğrultabileceğinin ve istikamet sahibi olabileceğinin muştusu manasına da gelmez mi? Fıtrata uygun yaratılmış hayat ritmini hızlandıran “el” ya da “odak”, istikamet üzere olmayı engellemek istiyor ise; niçin biraz es verip yavaşlamayı, durup düşünmeyi tercih etmiyoruz?

Trafikte sürat felakettir söylemini şu an yaşamak zorunda bırakıldığımız hızlı hayat için de kullansak yeridir. Hayatımızın her köşesine zerk edilen bu hız bizi bizden ediyor kesinlikle… 

Hız… İnsana kul olduğunu unutturmuyor mu? Allah yokmuş gibi yaşar hale gelinmesi, kalp ve aklın işlemez oluşuyla ilgili değil mi? 

Hız… Bir giyotin gibi, varlık gayemizle bizi sımsıkı tutan bütün bağları koparıp atmıyor mu? 

Hız… Kalabalıkların içinde her ferdi bir başınalığa mahkûm etmiyor mu? Bu yalnızlığı artık dilde “birey” diyerek etiketlemiyor muyuz? Kişilik, şahsiyet, erdem… Artık adına ne derseniz deyin… Hızlana hızlana yitirdiğimiz manevi hasletler…  Hüviyetsizleşmekten yakınırken kimliksizleşme dolusuna tutulmuş bir kervan gibi değil miyiz? 

Hız… Yozlaşmayı olağan ve kabul edilebilir kılan bir kılıf değil mi artık? O kadar kolay başkalaşmanın yürekleri burkmuyor olmasını nasıl izah edebiliriz? Her şeyin geçip gidişini… Geçti gitti işte… Kurcalamaya gerek yok deyip… Geçiştirmiyor muyuz?

Hız… Tezat lakin… Hızın bizatihi kendisi yavaş yavaş vahşileştirmiyor mu? Kutadgu Bilig’de, insan çoktur insanlık azdır diye yazar. Yusuf Has Hacib’in insanlık azdır dediği zamanın azlığı, bugün için çokluktan daha üstün bir miktarı ifade etmiyor mu? 

Hız… Menfaat kazanını kaynatan ateş… Baş döndürücü… Ruh sömürücü… Akıl dürücü… Hız… Tek kelimeyle… Öcü…

Hız… Nefsin yoldaşı… Şeytanın elinden savrulan sapan taşı… Göz bağlayan… Öz dağlayan… Hırs çağlayan bir hırsız… İmanı aşındırmak için her yolu deneyen arsız!

Bu kadar sualin ortasında, bu hız illetine karşı ne yapmak lazım?

Düşünmeye yeniden başlamak ilk adım… Sorgulamak… Kendimizi, çevremizi… Bütün olup biteni… Yaradan’a kul olmanın en mühim ve yegâne vasfımız olduğunu hatırlamak…  İç dünyamızı esir alan fıtrat dışı her şeyden firar etmek… Akletmek… Akletmek… Akletmek…

Hıza mahkûm edilemeyecek kadar kıymetli olan imtihan kâğıdımız… Hayatımız…  Artık bizim tarafımızdan yaşanıyor olmalı… Hesabını bizim vereceğimiz bir hayatın, hız perdesiyle karış karış elimizden alınması kabul edilebilir mi? 

Yeniden Kelime-i Şehadet getirip… Yeniden iman kuşanıp… El frenini çekmeliyiz! Ta ki; şadırvan durgunluğunda ve seher yeli tazeliğinde bir ahestelik, varlığımızı yaradılış hakikatimize döndürene dek… 

Nihayet belli… 

Hak gelecek batıl zail olacak…