Dört yönümüz alevler içinde.
Şair Hulki Aktunç’un “Yangın kavmindeniz ne giysek alev” dizesindeki aşırı muhabbetin doğurduğu türden bir alev değil bu.
ABD-İsraili’nin son on üç aydır Gazze’de yaptığı soykırımdan kaynaklanan ve bir ucunun ne vakitte hangi coğrafyalara ulaşacağı bilinemeyen bir alev.
Vicdan ehli olanlar, kendi vaktinin tanığı ve kendi hükmünün mahkûmu oldukları için şimdinin bu vahşetini ve yayılma tehlikesini kendi kalplerine anlatamıyor.
Çünkü kalp, adını sürekli değişmesinden alıyor. Bu yüzden söz konusu ateşin her yeni şiddetine, yönelişine, yayılma ihtimaline göre bir tepki geliştirerek kendi hilkatinin ve istidadının yüklendiği onlarca hâl içinde çırpınıp duruyor.
Dünya hayatın zaman ırmağıyla birlikte akıp gittiğini ve bunlardan kendisine sadece kısa bir müddetin tahsis edildiğini bilmesine rağmen kalp, o müddetin nihayetsiz olduğunu sanıp, bu algısını hem kendisinin hem de başkalarının maruz kaldığı ya da elan yaşadığı olumsuzluklara da yaymakta ve kendi vaktinin hareketine göre değişen olaylar, hisler, sonuçlar ve başlangıçlar içinde -bir duvar saatinin sarkacı gibi- sürekli salınmaktadır.
Burada kalpten maksat ne organ olan yürek ne de ulemanın ruh, nefs ya da akıl olarak isimlendirdikleri kalp olmadığı gibi, nefsin olumsuz tezahürlerine ve dünya kirine de kapalı olan kalptir.
Bu kalp, her ne kadar Kur’an Yolu Meali dahil meallerimizin çoğunda akıl anlamı verilen kalbin fevkinde, diğer bir ifadeyle aklın ötesinde bir kalptir. Zira büyüklerimiz Rabbimiz’in, “Aklı (kalbun) olan veya şuurlu olarak söze kulak veren kimse için bunda büyük ibret (lezikra) vardır.” mealindeki ayette “kalbi olan” şeklindeki nitelemeyi, kastettiğimiz kalbin özel aklın ise genel oluşuna işaret saymışlardır.
Düşünme yetisi olarak akıl, bu kalpten de bilgi almasına rağmen asıl duyulardan kendisine ulaştırılan olayları hem ölçmesi hem de biçmesiyle ayrılır.
Bu yanıyla kalp tecelliye bakarken, akıl olgulara ve olaylara bakar. Kalp, kendisinde bir düzey olan fu’ad gibidir yani gördüğünü yalanlamaz ama akıl kendisince mümkün ve muhtemel olan her ayrıntıya itibar eder.
Yukarıda verdiğimiz Gazze’deki vahşet örneği itibariyle biz elan bu kalbin ve aklın çatışması içinde yaşıyoruz.
Gazze’nin maruz kaldığı vahşeti -kalbi mutmain kılmak için- Sünnetullah’ın işleyişi içinde yorumladığımızda aklın muhalefetiyle karşılaşıyor ve bu bağlamda eğitimimizin, entelektüel şartlanmamızın… bir neticesi olarak aklımızın materyalist bir düzeyde konumlanmış olmasıyla kendi kendimizi itham etmeye başlıyoruz.
ABD-İsraili’nin zalimlikteki azgınlığını, Rabbimizin zalimleri helak etmesindeki hakikati anlama yönünde tevil ettiğimizde, tevili daha baştan kabul etmeyen kalp tarafından reddediliyoruz ve akıl da olayları neden ve sonuç ilişkisine göre değerlendirdiği için tevilimizi zaten kendi dışına itiyor
Vahşete karşı sustuğumuzda, vicdanı yedeğine alan kalp ruhi ve bedeni sıhhatimiz üstünde baskı kurarken, akıl bin bir ihtimalin hesabı içinde suskunluğumuza daha fazla davetiye çıkarıyor.
Vahşeti koşulsuz olarak lanetlediğimizde -ki bu aynı zamanda inanç şartımızdır- kalp bundan razı olurken, akıl dünya faydası, zarar görme, düşman kazanma, mevcut huzurdan yoksun kalma, savaş, yenilgi, esaret… telkinleriyle nefsimizin tüm olumsuz tezahürlerini harekete geçiriyor.
Bu durumda Gazze’deki vahşet karşısında kalbimiz çırpınırken aklımızın hak ettiği sükûnet içinde bir tutum geliştirmesini sağlamanın emin yolunu aramak durumdayız ama belli ki, kalbimizle aklımız arasındaki çelişkiyi mevcut modern bilgimiz ve salt dünyevî tercihlerimizle çözmekten henüz aciziz.
Bu durumda, bizden önceki Müslümanlar da bizim maruz kaldığımız vahşetin bir benzerini hatta kimi zaman daha yoğununu yaşadıklarına ve şimdi onların varisi olarak dünyada bizler bulunduğumuza göre onların hallerinden daha doğru bir ifadeyle o onların Müslüman Aklı’ndan yararlanmamız doğru olmaz mı?
Örneğin mülkümüzü kana bulayan Haçlılara; omuz üstünde baş bırakmayan, kitapları ırmaklara atan, dikili her taşa saldıran Moğollara karşı Müslümanlar ne yapmışlardı?
Bunların tarihlerden okuduğumuz vahşetleri bertaraf edilebildiğine göre, ABD-İsraili’nin vahşetiyle hem kalbin razı olacağı hem de aklın onaylayacağı bir orta yolda mücadele etmemiz neden zor olsun?
Olguların özü hiç değişmediğine göre, kalp ve akıl arasındaki mevcut çelişkileri aşmada, felaha ermede bizler neden büyüklerimiz / atalarımız gibi kararlı olmayalım.
Dünya hayatının işleyişi hiç değişmeyeceğine göre, kalp ve akıl yönünden değişenin bizler olmamız gerektiğini anlamayı daha ne kadar erteleyeceğiz?