Biliyorum, son günlerde hep karamsar şeyler yazıyorum. Bu dünyanın bugünkü hali ile ilgili. Göz göre göre yaşanan olaylar var. Bakıyorsunuz insanlar güle oynaya bir felakete doğru sürükleniyor. Bağırıyorsunuz, birileri sesinizi kısmaya çalışıyor. O zaman iş başa düşüyor. Kimse yazmayınca siz yazıyorsunuz. Her gün yeni bir olay oluyor, aynı konudan bahsedince tekrar gibi geliyor.

Zaten bir “korku pandemisi” sözkonusu, tek başına aynı şeyleri söyleyince “korku” yanında bir de “kuşku” üretmiş oluyorsunuz. Bu da bir açmaz. İkircikli bir durum. Söylesem taşlıyorlar, hatta sanık oluyorsunuz, söylemeseniz görevinizi yapamamış, insanları “fe eyne tezhebu / bu gidiş nereye” diye uyarmasanız bu içinize dert oluyor. Oysa insanın “Durun kalabalıklar, bu sokak çıkmaz sokak” diye bağırası geliyor. Ama insanlar güle oynaya bir felakete doğru koşar adım gidiyorlar. Siyaset, sermaye, media, bilim adamları bu cehenneme giden yolları yasalar, piyasa ve algı yöneterek döşemeye devam ediyorlar. “Ağuyu altın tas içre sunuyorlar, bal da onun suç ortağı

Bu durum tarihte ilk kez yaşanmıyor. Çile ve hüzünden habersiz, Hedonist / Mütrefin ( Haz ve refah peşinde koşan topluluk)lar, kendilerine gönderilen uyarıcıları taşladılar ve sonunda büyük bir felaket yaşadılar. O uyarıcıların ayak izlerinden gidenlerin de yaşadıkları çok farklı değildi.

Bugün İstanbul sözleşmesi ve LGBT konusunda yaşananlar da benzer bir durum değil mi? Yine gücüne, parasına, itibarına, makamına, ilmine güvenen “müstekbirler topluluğu”, “tekasür ehli” bir tarafta, bir tarafta Hakkı, adaleti savunanlar! Kendi gözlerindeki merteği görmeyip, başkasının gözünde çöp arayanlar. Bunların atıfetlerine güvenerek, din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab, edinenler. Suudi Arabistan’da Kâbe imamlarının, İsrailli diplomatla birlikte fotoğraflarını servis ettiler geçen gün. Siyonist Araplardan sonra “Siyonist Hristiyanlar” gibi, “Siyonist Müslümanlar” zuhur ederse şaşmayın. Aramızda “Kudüs ve Arz-ı Mevudİsrail’e vaad edilmiş topraklardır, Filistin’den çekilmemiz gerek” diyen memleketimizde muteber(!) din adamları olduğunu da unutmayın! 

Hani bizim bir “dava”mız vardı. O uğurda “Çile” ve “Hüzn”e katlanmaya razıydık. İnsanlığın derdi bizim derdimiz olacaktı. Bizim “derd”imiz buydu. Ama oyun, eğlence, lüks hayat, gender’ler de çok tatlıymış!?

Eğer biz akıllı ve dürüstsek, haksızlıklar karşısında susanlardan değilsek sorun yok. Mahzun olmayacaksınız. Allah’tan korkun, başkalarından değil!. Bu bir. İki: Ecelimiz’den önce ya da sonra ölmeyeceğiz. Rızgımız’dan az ya da çok yemeyeceğiz, Kaderimiz’den başka bir kaderimiz de yok. Hayır da şer de Allah’ın iradesi içindedir. Biz esirgeyen ve bağışlayan bir Allah’a inanıyoruz ve O’nun rızasına talibiz. Eğer O’nun ipine tutunuyorsak “mahzun olmayacağız”. Unutmayalım ki, “yalnız O’ndan yardım diler ve yalnız O’na sığınırız.” Günde 40 kez Fatiha’da bunu söylüyoruz. O zaman ne gam! Korku yok! Tek korktuğumuz Allah’ın rızası dışına çıkıp, gazaba uğrayanlardan olmak. Yoksa “Bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir”. Biz bilmeyiz, Allah bilir. O zaman ne gam!

Mü’minler, eğer şirke, fısk’a, fitne’ye sebeb olmuyorlar, zulme bulaşmamış, cahillerden olmamışlarsa kendi başlarına geleceklerden değil, başkalarını gittikleri felaketten kurtarmak için onları kurtuluşa çağırma konusunda geç kalmaktan korkmaları gerek. İşte o konuda “gafillerden” olmuşlarsa, o zaman şöyle demeleri gerek: “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helak eder misin Allahım!

Zira onlar, batıl, sapkın yollarına devam ederken başkalarına “yeryüzünde bir cennet” vaad ederken, sanki, “ölüm”ü unutturarak ebedi bir hayatın büyülü sözcüklerini fısıldayacaklardır insanların kulaklarına ve şöyle diyeceklerdir: “Biz ıslah edicileriz / size daha güzel, eğlenceli, kutlu, heyecan verici, zengin, sağlıklı bir hayat vaad ediyoruz”. “İyi bilin ki onlar bozguncuların ta kendileridir”..

Ben sadece korku üretmiyorum, insanları düşünmeye çağırıyorum. Yönetimleri bu yanlıştan dönmeye çağırıyorum, Vakıfları, dernekleri, mediayı bu konuda sorumluluklarını kuşanmaya çağırıyorum. “Derin uykudan uyanın, uyanın derin uykudan” diye bağırıp duruyorum! O kadar çok horluyorlar ki, sesim duyulmuyor! Hatta “Kes sesini, güzel rüyalar gördüğümüz uykumuzu bölüyorsun” diyor sanki birileri. Tehdit ediyorlar hatta! Tabii, biliyorum, toplumu uyutmak için ninniler söyleyen birilerinin ayaklarına basıyorum. Uykularını kaçırıyorum, ağızlarının tadını kaçırıyorum. Resulullah bize şöyle demiştir, hatırlarsanız: “Bildiğimi bilseydiniz, çok ağlar, az gülerdiniz.”, “Ağzınızın tadını kaçıran ölümü sıkça anınız.” Ahiret yurdunu hatırlayın! Bu ölümlü dünya geçici bir imtihan yeri. Asıl yurdumuz, geldiğimiz yer orası ve herkes bir gün mutlaka oraya geri döndürülecek ve bu dünyada yaptığı, yapması gerekirken yapmadığı, söylediği ve söylemesi gerekirken söylemediği her şeyin hesabını verecek. Ona orada “Eleksü bezmin”de verdiği söz hatırlatılacak. Hani “Mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle” Allah yolunda haksızlıklara, zulme ve sömürüye karşı cihad edecektik!. Allah da bizleri “mallarımız, canlarımız ve sevdiklerimizle, kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edecek”ti.

Peki, o zaman “tek başımıza ve toplu olarak bu şartlar altında ne yapmamız gerek?” Bu sorunun cevabı yarın. Selâm ve dua ile.