Arabistan merkezli putlaşmayı, yer darlığı ve iç çatışma nedeniyle Mekke’den (Kabe’den) ayrılmak zorunda kalan İsmailoğulları'nın özlemlerine, buradan aldıkları taş vb. objelerle inancını, hatıralarını yaşatma niyetlerine bağlayan İbnü’l-Kelbî, onların alışkanlık haline getirdikleri bu davranışların giderek hoşlarına giden başka objeleri de kapsadığını ve böylece onların Hz. İbrahim ile Hz. İsmail’in şeriatından uzaklaşarak, daha önceki putçu toplumlara karıştıklarını belirttikten sonra (Kitâbü’l-Esnâm - Putlar Kitabı, Trc.: Beyza Bilgin, Ankara Okulu Yayınları, 2020), başlangıçtaki iyi niyetli tutumlarının yıldızlara, kozmik taşlara, ateşe, ağaçlara, kahramanlara… tapınmaya doğru evrilişini Arap putları üstünden genişleterek anlatır.

İslam, Hz. İbrahim’in dininden kimi küçük kalıntılar da taşıyan Arap putçuluğuna son verirken sadece fiziki olarak putları değil, asıl onlara mahsus zihniyetleri hedef almıştır. Çünkü putçuluk nesnelerden başlayarak soyut ilgilerin neredeyse tamamını kapsama özelliğine sahiptir ve bu manada aşırı sevgiden başlayıp mal tutkusuna kadar uzanan geniş bir yelpazeye oturur. Bu yanıyla şirk esaslı putlaştırmanın bir yönü, imge üretimi esasında düşünceyi de ihtiva edecek şekilde doğrudan hayale dayanır ki, her idol bir suret ama her suret bir idol olmadığı halde hayal ve suret arasındaki geçişkenliğin ne yönde bir mahiyet kazanacağı ya da hangi olumsuz sonuçları üreteceği öngörülemez.

Bu sebeple, Kitâbül’l-Esnâm’ı Almanca’ya tercüme eden Rosa Klinke-Rosenberger’in Giriş yazısında belirttiği gibi, İslam’ın ilk devrinde Müslüman ulema Arap putlarını konu edinmekten kaçınmışlardır. Bu hassasiyet ilk devir İslam sanatına da yansımış, Emevî sultanları kendi mahremiyet alanlarında -saraylarında- sûretlendirmeye başvurmuş olsalar da başta mescitler olmak üzere sosyal alanlarda sûretlendirmeye izin vermemişlerdir.

Kendi zamanımızdan meseleye bakışımızda putçuluğun arkeolojisini, tarihini ve psikolojisini aşan bir yönün olması tabiidir. Zira bizler adı iletişimle nitelenen bir çağda yaşadığımız kadar, o iletişimi tek başına temsil eden medya dininin kuşatması altındayız. Bu kuşatmanın gündelik alışkanlıklarımızdan, zevklerimizden başlayarak inancımızı da etkisi altına aldığı ise yadsınamaz bir gerçektir. Bizim bu yazılarda hüsn-i hattı öne alarak sanatımızdaki dönüşüm yönünden maruz kaldığımız sorunların da bununla sınırlı olmadığı malumdur.

Bu manada Kur’an okuma yarışmalarından, sayıları hızla artan tarihi filmlere kadar yapılan onca işin, kendi inancımıza mahsus tefekkürden, misyondan, daha özet söyleyişle kendi içsel ve sosyal zorunluluklarımızdan kaynaklanmadığını, bilakis medyanın ve onun hizmetindeki araçların baskısı nedeniyle gerçekleştiğini

beyan etmek zorundayız.

Kendi çocuklarımıza tarihimizi ve dinimizi zamanımızın en etkili araçlarıyla -sosyal medyayla, sinemayla, videoyla, tiyatroyla, müzikle vb.- öğretmekten başlayıp, başkalarının hidayetine vesile olmak gibi ulvî düşüncelere kanat çırpan samimi niyetlerden kuşku duymamakla birlikte, söz konusu şeyler üzerinden her türlü temsile kapalı olan inanç, zihniyet ve sanatımızda temsili kanıksar hale gelmemizi, şimdilik televizyonların dini yayın stüdyolarındaki ihtiyaca binaen üretilen ve hattı modernize etme gibi çok masum bir gayretin mükemmel ilk örnekleri olarak görünen hüsn-i hat esaslı minik putların ekranlardan çıkıp millet parklarına yayılmasının tefekkürümüz ve sanatımız yönünden neden olduğu tahribatı iyi görmemiz ve doğru analiz etmemiz gerekir.

Zamanın imkanlarını iyi kullanmakla, onlara koşulsuz olarak tabi olmak aynı şeyler değildir. İbnü’l-Kelbî’den yaptığımız alıntıyı tekrar hatırlatarak ilgili araçları kullanırken yaslandığımız iyi niyetin geçerli bir akça olmadığı da malumdur.

Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla insanlara verdiği bilgi -sanat dahil- özü itibariyle aynı olmakla birlikte, dinlerdeki farklar nedeniyle özel bir anlayışa, forma tabi olması bakımından değişir. Üstelik geçmişteki gibi bir ya da birkaç dinle değil, küfür olarak evrenselleşmiş medya diniyle, tam da mezkur farkların farksızlaştırılması bağlamında maruz kaldığımızı anlamamız -eğer sahiden seçtiğimiz dine inanıyorsak- hiç de zor olmasa gerektir.

Lafz-ı celâl’den dinî yayın stüdyosuna has bir heykel yapmanın, Osman Gazi’nin hayatını filme çekmenin, Yunus Emre’nin hayatını sahneye koymanın… kendi şartlarından kaynaklanmadığı sürece medya dininin bir oyuncağı haline geleceğini ve dolayısıyla ilgililerini putlaştıracağını unutmamak gerekir.