Sabahın karanlığında iş ve okul telaşıyla hareketlenen sokaklardan geçerek, toplu taşıma kaosuna dâhil olmanın yoruculuğu ve aynı zamanda ürkütücülüğü gerçeğiyle yüzgöz olunan sıradan bir hikâye. Metrekareye 6-8 kişi hesabıyla doluşulan metro vagonları, yolcularından daha bezgin kesin! Yüzlere çöreklenen bıkkınlık, yarın denilen bilinmezin yüreklere saldığı tedirginlikle halay çekerken; evet! Ya çok geç ya da çok erken!

Sosyoloji ilmine dair metinlerde geçen “melting pot” kavramının, tersinden işleyişini solumanın en nadide mekânı toplu taşıma mecraı olsa gerek. Kişisel alan tanımının berhava olduğu yolculuklarda, selin önünde savrulan bir dal parçasından ne farkı var ki insanların? Büyükşehirlerin küçük insanlarının, hikâyelerinin hep ıskalanmış olması ne kadar tuhaf! Virgülden sonraki rakamların yuvarlanması gibi.

Aidiyetsizleştirilmiş kimlikler kütüphanesi şu toplum dedikleri. Raflarda toz bağlamış kitaplar misali mahzun kısmı olduğu gibi, günün modası olduğu için çokça çevrilmiş sayfaları paçavraya dönmüş olanı da mevcut. Her çehrede öğretici bir şeyler var muhakkak! Ve her kılıkta! Hem en büyük yalnızlığın çığlığını, azıcık kulak kabartsanız duyabilirsiniz bu kalabalıkta!

Geçenlerde iki ihtiyarın sohbetine zoraki kulak misafiri oldum. Kısa, net ve asabi cümlelerin etkisiyle, bir müddet vurgun yemiş dalgıç misali gezindiğimi itiraf etmeliyim. Sokağın arifânı, sokağın jargonuyla “kodumu oturtuyor” imiş. Gelin sizinle aklımda kalanları paylaşayım:

Birinci ihtiyar: (bürokrat emeklisi bir amca belli ki yıllarca taşıdığı kıyafet biçiminden hala vazgeçememiş) “Keşmekeş büyüyor azizim! Dünü özlemekten yoruldum.”

İkinci ihtiyar: (kendi halinde yurdum insanı tonton bir aksakallı) “Yok mirim biz bu hayhuya yetişemez olduk! Baksana her şey hızlanıyor, kolaylaşıyor, ilim-teknik-fen, icatlar ve imkânlar çoğaldı. Biz bunlara ayak uyduramıyoruz zannımca.”

Birinci ihtiyar: “Kolaylaştırma falan hikâye! Adım adım çevrelenip tahrip ediliyoruz. Bunca sarsılmaya uyanacağımıza, gafletin kucağında marsık gibi miskin miskin yatıyoruz.”

İkinci ihtiyar: “Olur mu canım! Çok ilerledik çok! Eski günlerdeki meşakkati hatırlıyorum da o an canım sıkılıveriyor. Herşey elimizin altında…”

Birinci ihtiyar: “Görünüşte öyle!”

İkinci ihtiyar: “Bak mesela benim torun anlattı. Şimdi yapay zekâ diye bir şey çıkmış, her işini kolayca gördürebiliyormuşsun. Resim bile çiziyormuş yahu!”

Birinci ihtiyar: “Allah’ın biz insanlara bahşettiği zekânın suyu mu çıkmış? Her şeyin akıllısı çıkınca korkarım kullanmaya kullanmaya insanların akılları cüceleşecek!”

İkinci ihtiyar: “Akıl cüceleşir mi canım hadi sende!”

Birinci ihtiyar: “Niye? Sen her gün yürümeyi bıraksan dizlerin hemen kireçlenip bacakların zayıf düşmez mi?”

İkinci ihtiyar: “O başka tabi!”

Birinci ihtiyar: “Akıl da kullanmayınca paslanacak zahir! Hem bu yapay zekâ meselesi zamanelerin ifadesiyle, küresel azgın azınlığı oluşturan elitlerin millete musallat ettiği yeni bir bela.”

İkinci ihtiyar: “Elit de ne ola ki?”

Birinci ihtiyar: “Elin iti işte!”

İkinci ihtiyar: (Kahkahaya meyleden gülüşünü eliyle zapt etmeye çalışarak) “Allah müstahakını versin.”

Birinci ihtiyar: “Gülme! Hakikat bazen böyle keskin, belki biraz da ağzı bozuk olabilir.”

 İkinci ihtiyar: “Gel bir durak önce inelim. Sohbetimiz kıvamını yürürken bulsun. Baksana, kulaklık marifetiyle telefonlara gömülmüş genç ihtiyarların yerini daha da daraltmayalım.”

Birinci ihtiyar: “Olur olur. Lakin bu çocuklardan yaşa hürmet beklemek insafsızlığını yapma! Onlar bizim elimizden kayıp gidenler. Nerede hata yaptık diye düşünmek lazım. Geç kaldık çok geç!”

Çok geçmeden indiler.

Ben en çok elit tarifine vuruldum amcanın. Sonra aklımdan, içinde “it” kelimesi geçen deyim ve atasözleri geçti bir bir. Sonra titreyip çeki düzen verdim kendime… Nihayetinde köpeklerin de ciddi bir lobisi var memlekette… Köpeğe it mi denirmiş! Neme lazım!