İbnü’l-Arabî, tasavvufi hâl, makam ve mertebeyi, anlamlarındaki nüansları da yer yer belirleyerek, biribirlerinin içinden geçebilen (biri diğerlerinde yerleşebilen) kelimeler olarak kullanılır.

Örneğin, makamı mekân’a bağlarken, nitelik anlamında mekânı da mertebe’ye bağlar ve der ki: “Yüce mertebeler, mertebe oluşları yönünden varlığa sahip değildir, onlar kendilerine bakan kimsenin varlığıyla mevcuttur. Bu kısma örnek olarak, makamları verebiliriz. Makamlar yerleşenin varlığıyla mevcuttur. Bir yerde makam yoksa, orada yerleşen kimse yok demektir.” (Tercüman’dan nakleden, Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü)

Hâl ve makamlar hakkında, sûfî müelliflerin sayısal bakımdan farklı tasniflere gittiklerini örnekleriyle birlikte zikreden Abdurrezzak Tek de, el-Herevî’nin Yüz Basamak’ından (Menâzilü’s-sâirîn’den) hareketle, zikrettiğimiz üçlü üzerinden: “... hâl ve makamlar açısından mürîdin tasavvufî terbiye ve manevî yükselişindeki temel unsur, zâhirî ve bedenî ameller: sâlikin bâtınî ve kalbî ameller; ârifin de söz konusu amelleri yerine getirmekle birlikte bunlara takılıp kalmayarak sadece Allah’a yönelmesi ve O’nda fani olmasıdır” sonucuna ulaşır.

Gerek İbnü’l-Arabî’nin gerekse el-Herevî’nin son tahlilde hâl, makam ve mertebe ile fizikî değil idrakî bir mekân tutmayı ve bu mekânı da sonuçta Allah’ın mekansızlığında eritmeyi kastettiklerini düşünebiliriz. Diğer bir ifade ile tasavvufî mertebelerin hâl idrakiyle makamsal bir mekânda (ya da mekânsal bir makamda) toplandığını söyleyebiliriz.

Ancak, bunlara bağlı olarak, Hz. Ebubekir’den nakledilen “İdrak, idrakteki acziyeti idrak etmektir” deyişince hâl, makam ve mertebenin içinden, “bunlar nedir” sorusuna bir cevap verebildiğimizi var saysak da, “bunlar kim ve neresi içindir” sorusundan kurtulamayacağımız gibi, “tasavvuf hâl bilgisidir, idraki mümkün olmadığından izahı da mümkün değildir” şeklindeki genel kanaate teslimiyet ile, soru üretmekte mahir merakımızı da gidermiş olmuyoruz.

Sonuçta mesele şurada toplanıyor: Zikrettiğimiz sorular esasında kurtulmamız ve merakımızı yenmemiz, bu zamana kadar sûfî müellifler tarafından ortaya koyulmuş ilgili tasniflerle ve tefsirlerle bugün de yine mümkün olabilir mi?

Eğer zorunlu modernler olmasaydık ve Kant, Husserl, Heidegger, Marleau-Ponty vb. idraki fenomenolojik düzeyde deşelemeselerdi bu mümkün olabilirdi. Bunlar yüzünden, en özet söyleyişle ancak insan için, ancak insanda ve ancak insanın mekanı olan yeryüzünde tasavvufi hâl, makam ve mertebe’yi eski kelimelerle konuşmamız şimdi çok zor görünüyor.

Bu hususu Marleau-Ponty’nin (ki o bir Marksist’tir) Algının Fenomenolojisi adıyla çevrilen idrakin anlaşılmasına dair çalışmasından yapacağım şu alıntıyla resmetmeye çalışayım:

“Kendimde olduğum kadar bedenimde de olmasaydım, bu mekânsal ilişkiyi bizzat düşünmeseydim ve böylece bu iç içe oluştan (inhérence) onu temsil ettiğim anda kurtulmasaydım, ‘bedenim tarafından çevrelendiğimi’ fark eder miydim? Dünyaya kendimi kaptırmış olduğumu ve dünyada bir durumda bulunduğumu, hakikaten ona kendimi kaptırmış olmasaydım ve bir durumda bulunmasaydım, bilir miydim? O zaman sadece, neredeysem orada, bir şey gibi olmakla yetinirdim; oysa nerede olduğumu bildiğime ve kendimi şeylerin ortamında gördüğüme göre, demek ki ben bir bilincim, hiçbir yerde ikamet etmeyen ve yönelim olarak kendini her yerde mevcut kılabilen tekil bir varlığım. Varolan her şey, şey veya bilinç olarak varolur ve ortası yoktur. Şey bir yerdedir ama algı hiçbir yerde değildir, çünkü bir durumda bulunsaydı, diğer şeyleri kendisi için var edemezdi zira şeyler gibi kendinde durup dinlenirdi. O halde algı, algılamanın düşüncesidir. Algının vücuda gelmesi, hesaba katılacak hiçbir pozitif karakter sunmaz ve onun buradalığı, kendi kendine olduğundaki bilgisizlikten başka bir şey değildir.” (Çev.: Emine Sarıkartal – Eylem Hacımuratoğlu, İthaki Yayınları, İstanbul 2016)

Bu alıntıdan hareketle, aşırı tutuculuk (yobazlık) ve reddiyecilik (münkirlik) ekseninde süren güncel tartışmaları elimizin tersiyle bir kenara iterek tasavvufa baktığımızda, onu kültür düzeyine indirilmesi mümkün olmayan dine (İslâm şeriatına) mahsus yetkin bir kültür formu olarak görebiliyorsak, ona mahsus terminolojiyi, tefsiri yenileme iddiasını yüklenebiliriz, demektir.

Zira, bir kere başarılmış olan, bir daha başarılabilir ve dolayısıyla özü elimizin altında olandan yeni zamana mahsus yeni ideal formları üretmek hiç de zor olmasa gerektir.

Bu manada asıl mesele, kimlerin cahillikle, yanılgıyla, reformistlikle, zındıklıkla suçlanmayı daha baştan kabul ederek (sineye çekerek) yola çıkacağıdır.

Serdengeçtilerin ve Müslümanca idraki nedeniyle taşlanmayı göze alanların yokluğu, düşüncenin yokluğudur.