Milli Eğitim Bakanının  değişmesi ile  gözler tekrar  kriz noktasındaki eğitime  çevrildi.

Yeni Bakanın önünde iki yol görünüyor:

 Sayın Bakan, öncekiler gibi yine “yap boz, sil baştan” uygulamalarına devam edecek.

Yada aklın ve bilimin ışığında hareket ederek, problemin kaynağını görüntüsünden ayırt edecek; yani  semptom-belirtiler yerine  asıl kök problemlere  yönelecek.

 Önceki yazımızda “Yeni Milli Eğitim Bakanı İşe Nereden Başlamalı? “ başlıklı bir yazı kaleme almıştık. O yazıda eğitimdeki kimlik sorununu dile getirmiş; halihazır sömürü düzenine karşı eğitime “ruh” ve mana/muhteva kazandıracak   “yerli ve milli”  çözüm yollarını  gündeme getirmiştik.

Bu yazımızda ise eğitimi “halka/topluma” mal edecek çözüm yolları üzerinde duracağız.      

Erdoğan Hükümetleri zamanında 2002 yılından itibaren birçok Milli Eğitim Bakanlarımız oldu. Milli eğitim sisteminde değişim üstüne değişimler yaşandı. Diyebiliriz ki her değişim bir yap bozdan ibaret kaldı. Asıl yerli ve milli çözümlere; dinamiklerimizi eğitimin içine katacak çabalara sıra gelmedi.

Sayın Cumhurbaşkanı bu  gerçeği bir defasında şu şekilde ifade etmişti:   

 “Ülke olarak çok önemli mesafeler kat ettik. Ancak bu süreçte iki alanda, eğitimde ve kültürde hedeflediğimiz noktaya gelemediğimizi üzülerek söylemek istiyorum.”

Bu yazımızda topyekun insanımızı çözümün içine çekecek ve dolayısıyla müfredatta yerlileşmeyi ve millileşmeyi sağlayacak çıkış yollarına dikkat çekeceğiz.

Devlet tekelinde müfredatcı anlayışta ısrar edenlere hemen şunu hatırlatmak isteriz ki, merkeziyetçi müfredat yapısı aracı amaç haline getiriyor. Bu yüzden okullarda “bilgi aktarma” sınavcı metotlar tek çıkar yol haline geliyor. Çünkü bu denli çok bilginin öğretilmeye çalışılması -ve tabii ki öğretilemeyişi- eğitimdeki asıl tuhaflık ve çarpıklıktır. Birbirinden farklı kabul edilerek öğretilmeye çalışılan bir çok bilgi aslında çok az miktardaki “öz bilgi”nin türevidir. Asıl olan bilgi yüklemek değil, bilgiyi üretmek ve kullanmaktır.

 Bu müfredatcı yapının sonucu olarak bilginin hedef halini alması ve sınavcı yapı ve merkezi sınavlar  yozlaşmanın asıl sorumlusudur. Üstelik mevcut müfredatcı yapı, ders kitapları yazımını rant sistemine dönüştürmektedir. Özel ders kitapları  ve özel kurslar öne çıkmakta; mesleki eğitime yönlendirmenin de en büyük engelini teşkil etmektedir.

Devlet bedava kitap dağıtımı ile zarara uğratılmaktadır. Çoğu okullar devlet kitaplarını kullanmamakta, sene sonunda bu kitaplar büyük ölçüde çöpe gitmektedir.

Daha ilk okuldan itibaren merkezi sınavlarda başarılı olmaya odaklanan çocuk ve gençler sosyal hayattan uzaklaşmakta, arazlı hale getirilmektedir. Paralel müfredatın yüklediği ek özel kurs ve kitap masrafları ile aileler büyük maddi kayba uğratılmaktadır.

Hulasa, her şeyin merkezden yapılandığı müfredatcı anlayış, eğitimi sömürü düzenine dönüştürmekte; kripto yapıların dolaylı ve dolaysız etkilerine maruz bırakmaktadır.

TEKELCİ SİSTEM TARTIŞILMALI

Geçen yılların  önemli olaylarından birisi özel liselere girişte, öğrenci başına devlet teşviki verilmesiydi. Buna rağmen özel sektördeki dinamizmi eğitime   yansıtamadık. Niçin yansıtamadık? Özel sektörün eğitime girmesini sağlayacak şartların teşekkül etmedi.  Bu yüzden rekabet ortamı ve özlediğimiz kalite yarışı şartları gerçekleşmedi.

Devlet eğitimi hem finanse ediyor, hem müfredatı hazırlıyor ve istediği gibi değiştirebiliyor ve hizmet sağlıyor. Bu durumda özel okul personeli, maaşını devletin vermediği bir devlet memurundan başka bir şey değil.

Müfredat değerlendirmesi tamamıyla devlet elinde kaldığı, ders kitaplarında MEB-devlet patron olmaya devam ettiği vasatta gerçek anlamda özelleşme gerçekleşmiyor. Daha ilginci ise şu: Çözüm adına yola çıkanlar da dahil bu çarpıklığın farkında değiller.

İlkokullarda bile ders konularının muhtevası anne – babaya, öğrenciye hatta öğretmene ve okula rağmen belirleniyor. Bölge ihtiyaçları dikkate alınmıyor; hatta köyde oturanla şehirde oturanlara aynı müfredat dayatılıyor. Üstelik bu tekelcilik kabullenilmiş durumda. Hatta sendikalar ve sivil kuruluşların çoğu da, devletin eğitim-öğretim faaliyetlerindeki tekeline karşı mücadele etmiyor; gerçek eğitim sorunlarını dillendirmenin, eğitimi özgürleştirmeye yönelik çabaların uzağında kalıyorlar. Eğitim problemi deyince tekelci sisteme nasıl daha iyi bir renk kazandırabileceğimizi konuşuyoruz.

Nasıl ekonomide özelleştirme savunuluyor ve özel sektörün pek çok işi devletten daha iyi yaptığını görüyorsak, eğitimde de -gerçek anlamda- özelleştirmenin önünü açacak çabaların içine girmek durumundayız.

Devlet eğitimin finansmanında, müfredatın belirlenmesinde, eğitim sektörünün çalışanlarının statüsünde konum değiştirmelidir. Devlet sadece bazı temel dersleri tüm eğitim kurumlarında zorunlu tutabilir. Örneğin temel fen-matematik dersleri yanında tarih, kültür ve medeniyetimize dair bir kısım derslerle birlikte Türkçe mecburi ders olabilir. Avrupa’da nasıl ki, Latince mecburi bir ders ise, bizde de örneğin Osmanlıca dersi mecbur tutulan derslerden olabilir. Ancak bunların dışındaki derslerin muhtevasını ve süresini, içinde suç unsuru barındırmadıkça özel okulların belirlemesine izin verilmelidir.

657 SAYILI KANUN DÜZENLENMELİ

Özel okullar gibi devlet okullarını da hantallıktan kurtarmak istiyorsak, öncelikle miadını doldurmuş 657 sayılı kanun kaldırılarak çalışanlar sözleşmeli, ücretlerin ve ücret artışları performansa dayalı hale getirilmelidir. KPSS puanıyla öğretmen istihdam etme saçmalığına son verilmeli; öğretmenler ustalığına ve becerisine göre istihdam edilmelidir. Eğitimin sivilleşmesi için her şeyden önce müfredatta ve ders programlarını belirleme yetkisinin devlet Talim –Terbiye tekelinden kurtarılması; mahalli idarelere (Belediyeler ve Milli Eğitim Müdürlükleri gibi) okullara bırakılması ve böylece müfredat belirleme ve ders kitabı yazma işinde devlet tekelinin kırılması gerekiyor.

Beklediğimiz şey, kendi programını kendi belirleyen tercih hakkını ve kimliğini kendisi belirleyen ve niteleyen okulların açılmasına izin verilmesidir. Bu yapıldığı takdirde ülkede gerçek anlamda eğitim halka mal olmaya başlayacaktır.

Nurettin Topçu’nun dediği gibi, ‘’Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz”. Şimdiye kadar tecrübeler gösterdi ki devlet tekelinde müfredat okulları   kimliği inşa eden, kişide düşünme ve algılama biçimi oluşturan, karakter şekillendiren mekanlar haline getiremedi.

Okulları müfredatçı ve merkeziyetçi yapının kıskacından ancak eğitimin sivilleşeceği ve topluma mal olacağı yolları açarak kurtarabiliriz. Halka mal olması ile eğitimin bir müfredat meselesi değil, bir medeniyet meselesi olduğu görülecektir. Dünya ile rekabet edebilen eğitim kurumlarını ancak böyle oluşturabiliriz. Son yıllardaki atılımlarla ülkemizin Dünyaya açıldığı, gözlerin Türkiye’ye çevrildiği şu dönemde öncelikli iş eğitime felsefe kazandırmak ve böylece Ülkeyi Dünyada bir eğitim merkezi haline getirebilmektir.