Uzun bir  YÖK başkanlığı  görevi yaptıktan sonra Yekta Saraç hoca görevini Erol Özvar hocaya devretti.
Özvar hocayı YÖK’te hangi sorunlar bekliyor? YÖK’teki ana problemleri bu ve başka sütünlarda zaman zaman kaleme alıyoruz. Bunlar hangi YÖK başkanı gelirse gelsin üstesinden gelemediği, hatta gündeme bile getiremediği kronikleşmiş sorunlar esasen. Sayın Özvar’ın görevi devraldığı daha ilk günlerde konuyu kaleme almak istemiştim. Ancak  gecikti ve bu güne kaldı.   Konuya dair ayrıntılı ve gerekçeli yazıları ise daha sonraki yazılarıma bırakacağım. 

Her şeyden önce YÖK sisteminin Üniversitelerde çalışanla çalışmayanın bir tutulduğu sürdürülemez bir yapı ortaya çıkardığını ifade ile konuya başlayalım.  Örneğin öğretim üyesi profesörlüğü aldıktan sonra elini eteğini araştırmadan çekiyor.   Halbuki bir öğretim elemanı en verimli çağa profesörlük makamına gelince ulaşmış oluyor.  Türkiye’de akademik unvanların veriliş kriterleri vizyon ve misyonsuzluğu ve birimlerdeki başına buyrukluğu teşvik ediyor.  Akademik terfilerde toplumsal hizmetler yerine hali hazırdaki münferit yayınların esas alınması ile öğretim üyelerinin birimlerinden ve çevresinden kopukluğunu pekiştirilmektedir.
Yapı böyle olunca Üniversitelerimizden insanımıza kalkınma ve gelişme için hatırı sayılır bir fayda ortaya çıkmıyor.  Üniversitelerimizde var olan güçlü  potansiyeli halka taşıyacak mekanizmalar çalıştırılmayınca bu  potansiyel  atıl kalıyor. 

Bu yazımızda YÖK sistemindeki çözümü tıkayan   anayasal engellere ve çözüm yollarına dikkat çekeceğim. Konuların ayrıntılarına sonraki yazılarımda ele alacağım.  Bu yazımız daha ziyade genel değerlendirmelerden ve bir ufuk turundan ibaret kalacaktı. 
YÖK konusu gündeme geldiğinde söylediklerimiz hep aynı oluyor.

Çünkü: YÖK, 12 Eylül askeri darbesinin üniversiteleri kışlalaştırmak isteyen mantığının bir ürünüydü. YÖK, aynı zamanda bir anayasa sorunu.
YÖK’ü 12 Eylül Anayasası’nın 130. ve 131. maddeleri şekillendiriyor. Bu maddelerle üniversiteler toplumun denetimi dışına çıkararak YÖK’e bırakıyor. O halde Anayasanın ilgili iki maddesini lağvetmeden sorunu çözmek mümkün görünmüyor.

Peki yerine ne koyacağız? AB referanslı Avrupa referanslı çıkışlar bizi aldatıp duruyor. Çözüm milli ve yerli olacak. AB’nin Bologna ve Berlin deklarasyonları, OECD’nin üniversitelerin özerkliğini tanımlayan kriterleri aşacak ve içine alacak. Kendi milli üniversitemizi kurmalıyız. 
 Avrupa’nın ilk üniversiteleri binalarıyla, doktora düzenleriyle, bilimsel dallarıyla Selçuklu medreseleri taklit edilerek kuruldu. Oksfort (Oxford) Üniversitesi bunlardan birisi. Şu andaki Amerika’daki mastır ve doktora sistemi büyük ölçüde medrese sistemini andırıyor. Merhum Oktay Sinanoğlu Batıdaki lisansüstü eğitimin medrese sistemine göre yapılandırıldığını dile getirir, delilleri ile sunar.

Üniversite reformları yapıldığı takdirde ilk yapılması gereken, YÖK”e yüksek öğretimle ilgili politikalar oluşturan, genel hedefler belirleyen, araştırmalar yapan ve yüksek öğretim kurumlarına ve halka ışık tutan bir üst kuruluş haline getirecek bir vizyon yüklenmesidir. YÖK’e yüklenecek misyon; Yüksek Öğretim konularında genel çerçeve oluşturmak ve kurumlar arasında koordinasyon sağlamak olacaktır. Ta ki üniversitelerin kendi özgünlüğü ve farklılığı içinde büyüme yolu kapanmasın.
Bilindiği gibi, her şeyi ayrıntıları ile izah eden kurallarla dolu karmaşık sistem suistimalleriönleyememekte, sadece doğru çalışanların işini zorlaştırmaktadır.

Yeni yapılanmada amaç, üniversitelerin birbirinin kopyası cılız birimler halinde kalmasının önüne geçmek olmalıdır. Üniversiteleri çok daha etkin verimli, esnek ve dinamik hale getirecek özerk ve özgür bir yapı, sistemi suistimal edecek olanlara göre değil işini düzgün yapacak olanlara göre tasarlamaktan geçer. Suistimal edebilecek küçük bir azınlık için de caydırıcı hükümler içermelidir. Bunun için hazırlayacağımız çözüm paketi, evrensel geçerliliği olan esasları ortaya koymalıdır. Ancak detayları kurumlara bırakmalıdır. Böylece, üniversitelerin birbirlerinin farklı uygulamalarını öğrenmelerine imkân verilmeli ve bir rekabet ortamı oluşmalıdır. Tek tipçilik yerine çoğulculuk esas olmalıdır.

Hızla değişen Dünyada dinamik ortama uyum sağlayabilecek esnek bir sistem ve değişime açık ve değişik uygulamalara fırsat verecek bir yapıyı gerekli kılmaktadır. Bunun için yeni yapılanmalarda, gelişim ancak rekabet ortamında olur ve rekabet de değişik yaklaşımlarla mümkün olur gerçeği rehber olmaktadır. Aksi halde bugün yapılan kurallar kısa bir süre sonra ayak bağı olacak ve verim düşecektir.

Öyle bir yasa ve esaslar getireceğiz ki üniversite öncelikle yerel sorunlarla uğraşacak, kendi insanına hizmeti esas alacak. Öyle bir yapılanma olacak ki üniversite, bulunduğu yörenin kültürü, edebiyatı, sanat ve iktisadı ile iç içe olacak. Evet bilim evrenseldir ama sonuçları millidir.
Üniversitemizin uluslararası bilime de katkısı olacak.

Ancak, daha en temel bilgilerin bile halka mal olmadığı, çoğu şeyin taklit teknolojilere dayandığı ülkemizde sadece bilimsel yayın yapmayı ve özellikle yabancı dilde yayın yapmayı esas haline getirmek Türkiye’nin bilimsel gücünü dışarının taşeronu haline getirmek demektir. Mevcut YÖK sisteminin Batı’nın taşeronu gibi çalıştığını idrak edip uykudan uyanacağız.
Nasıl yapacağız bunu? Bu asli görevlerin ifa edilmesi, halkın da söz sahibi olacağı halkın temsilcilerinin denetleyeceği mekanizma ve sistemlerle hayata geçirebiliriz. Her ile üniversite kuruyoruz ama o ilin ileri gelenlerine (vali, belediye başkanı, milli eğitim müdürü vd), meslek ve iş dünyasının temsilcilerine üniversitede etki ve yetki vermiyoruz. Bu yanlış uygulama kaldırılacak. Rektörler,  mahallin ve sanayinin gerçek temsilcilerinin yer aldığı mütevelli heyetleri eli ile seçilecek. Böylece üniversiteyi iş ve meslek dünyasına, sanat ve kültür alemine bağlamış olacağız. Böylece en önemli bir adımı atmış olacağız.

YÖK hâlâ hocalara ders başına para vererek, onları bir lise öğretmeni seviyesinde gördüğünü belli ediyor.

Hâlbuki şöyle azıcık kafamızı kaldırıp dünyanın bu işi nasıl yaptığına baksak bizim ne denli bir yanlışlığın içinde olduğumuzu görebiliriz. Doktora-mastır yaptıran her araştırmacı hoca, aldığı fonların bir kısmı öğrencileri “destekler”. Onların yeme, içme, ve ders paralarını o fondan karşılar. Bu fonlarda müthiş paralar döner, ve o fonları almak için bir yarış meydana gelir. Bilimsel makalelere bakınız, çoğu zaman “bu araştırma, fon no ile (bir sayı) ile desteklenmiştir” gibi bir ibare içerirler. Asistanlık sisteminin kaldırılıp bu projelerle desteklenir hale gelmesi gerekir. Onun yanında araştırma asistanlığı ile öğretim asistanlığının ayrılmasına ihtiyaç var. Bugün hocalar sınavlardan ve derslerden başını alamamakta, sınav kâğıdı okumakla vaktini öldürmektedir.

Böyle bir sistem kurarsanız hocaların hepsi de araştırma ile uğraşmak zorunda kalacaktır.

O takdirde proje yapamayan araştırma ile uğraşmayan hoca öğrenci bulamayacaktır. Kendini üniversiteden izole etmek durumunda hissedecektir. İşte size çalışanla çalışmayanı ayırdetmek için gerçek bir ölçüt!

Tabii ki bu paraların dosya yayınlarına, sadece terfi için makale yazmaya gitmesini istemiyorsa devlet oturup araştırma hedeflerini ortaya koyacaktır.
Bu durumda hangi bilim dalının ne kadar para alacağını belirleyen devlet olacağı için “bilim dünyasına kendi stratejik ihtiyaçları ışığında yön verebilir. O musluğu değil, ötekini açar, bakarsınız ülkenin önceliği ve ihtiyacı olan bilim dalı coşar, öteki yerinde sayar.

Bunlar görüldüğü gibi hep bir “seçim” ve tercihten ibarettir.

Bu seçimi yapacak olan da tabi amatörler değildir. “Yetkin” bilim adamları ülkenin sanayi-kalkınma temsilcileri ile bir araya gelerek bilim-araştırma politikaları oluşturacaklardır.
Siyasilerimiz parayı bastırınca teknolojiyi satın alırız anlayışından vazgeçmedikçe, teknoloji transferi yoluyla, lisans ve patent satın alma anlayışı ile ülkenin gerçek anlamda ileri gitmesi mümkün değildir. Türkiye’yi teknoloji, askeri teçhizat ve sınai donanım konusunda başka devletlere bağımlı halden kurtarmanın yolu ısrarla takip edilen ve doğru bir şekilde belirlenmiş bilim ve araştırma politikalarıdır.

Evet, nereye gittiğini bilmeyen bir kaptan için hiçbir rüzgârın faydası yoktur.

Bizim ne yaptığımız değil, ne işe yaradığı önemlidir. Uygulamaya dönüşmeyen bilginin önemi yoktur.
Bilim siyaseti ve araştırma önceliklerini belirlerken öncelikle dışarıdan aldıklarımızı içeride üretmenin yollarına bakacağız. Bilim politikası demek kalkınmada planlamanın esas alınması ve işlerimizin bilimin sağlam temellerine göre yürütülmesi demektir; liyakat ve kalitenin esas alınması, işlerimize siyaset ve ideolojinin değil, aklın hakim olması,  objektif kriterlerin yürürlüğe girmesi demektir. Toplumdan kopuk vaziyette sürdürülen doktora ve yüksek lisans gibi tüm araştırma faaliyetlerini, sanayinin gerçek hedeflerine, kalkınma önceliklerine ancak bilim politikası ve Ar-Ge hedefleri oluşturduğumuzda, yöneltebiliriz.

TÜBİTAK bünyesinde yer alan ‘Bilim teknoloji Yüksek Kurulu’ tarafından bilim politikaları sözde oluşturuluyor olabilir. Ama kamuoyunu, üniversiteleri ve o kurulun bağlı bulunduğu Bakanlığı  bile bağlayıcı hükümler bulunmayınca alınan kararlar, yansımasız ve yankısız kâğıt üzerinde kalmaktadır.
Bir kere daha belirtelim ki üniversite – sanayi işbirliğinin oluşması için ülkemiz, kendi içindeki ve dünyadaki hedeflerini kısa, orta ve uzun vadeli olarak ortaya konması, bunların hayata geçirileceği anlamı taşımamaktadır. Elbette ki var olan politikanın gereklerinin, sistemsel bir yaklaşım, süreklilik, siyasi ya da toplumun ilgili bütün tabakalarına mal edilebilmiş bir kararlılık içinde ve tam bir bütün halinde hayata geçirilebiliyor muyuz? Önemli olan budur. Bunu da ancak ilgili mekanizmaları kurarak sağlayabiliriz.