Asıl önemli olan Nurettin Topçu’nun deyimi ile Milli Mektep projemizin ve Maarif Davamızın hayat bulmasıdır. 

Bu proje, kendi yerli arabamızı, kendi telefonumuzu kendi ilacımızı, kendi savunma sanayimizi hayata geçirmek kadar önemli, hatta ondan çok daha önce ve acil bir öncelik.
İhtiyaç duyduğumuz şey ders kitapları müfredatlarının bu toprakların ruhuna, dünyasına, ruh köklerine ve ruh iklimine yabancılaşmış olmaktan kurtarılması davasıdır. 
Mesele, müfredata medeniyet iddiası kazandırmak; medeniyet dinamiklerimizle harekete geçirmek meselesidir. 

Bunun için öncelikle kendi değerlerimizden beslenen üretken ve inşa edici bir eğitim sistemi kurmak için kolları sıvayacağız. Böylece milli ve yerli olanı keşfederek, küreselleşme akımı

içerisinde kendimizin biricikliğini vurgulamış olacağız.

Kendi milli okul ve müfredat sistemlerini hayata geçirebilirsek, bu aynı zamanda üretimde ve teknolojide yerli ve bağımsız olmaya atılacak adım olacaktır. 
Kopya ve taklit üretimden, dışa bağımlılıktan kurtulmanın; gerçek özgürlüğe kavuşmanın yolu açılacaktır.

Milli Eğitim Bakanı işe nereden başlamalı?

Hemen kısaca cevap verelim. Eğitimde kimlik problemi var. Öğrenci okula niçin gittiğini bilmiyor. Eğitime vizyon ve misyon kazandırmış değiliz.
Bir ülke evladı düşünün ki, 12 yıl okuyor ardından 4 yıl üniversite daha okuyor, yani hayatının 16 yılını eğitime ayırıyor. 16 yıl boyunca aile bunca masrafa giriyor. Haftanın 5 günü okula gidiyor, yazıyor ve çiziyor. Bu 16 yılın sonunda bu kişi, mesleğini doğru dürüst öğrenemiyor. Mezun olunca da iş bulamıyorsa, ortada süregiden çok büyük yanlışlıklar var demektir.

Okullardaki nedir acil eksiklik?

İhtiyacımız olan şey okulların uygulama ile tanışması ve mutlaka kontenjanların ülke ihtiyacına göre belirlenmesidir.
Lise eğitiminin meslek eğitiminden ve üniversiteden bağımsız olarak ele alınması halinde resmin bütünü görülememektedir.
Üniversite eğitimi ve mesleki eğitimi ile birlikte ele alınmayan orta öğretim problemi hep çıkmaza girmiştir.
Ecdat önce mesleki eğitim demiş… Her meslek kurumunu bir eğitim kurumu gibi çalıştırmış. Meslek eğitimi aynı zamanda bir ahlak eğitimi olarak ele alınmış. Ahlak ve meslek konusu birlikte ele alınmış.   

Geleceğin kökleri mazide aranmalıdır. 

Gelenekten ve tarihten kopuk model arayışları hep çıkmaza girdi.

Öncelikle yapmamız gereken mesleki eğitimi sadece Milli Eğitim Bakanlığı’nın işi olmaktan çıkarmak. 
Diploma fabrikaları haline gelen üniversiteler nedeniyle, buradan mezun olan gençlerin ve ailelerin beklentileri yükseliyor. Bu mezunlar ara iş gücüne talip olmuyor. Hâlbuki bir üniversite mezununa karşılık piyasada en az beş on kat insan gücüne ihtiyaç var. En yüksek işsizlik oranının üniversite mezunları arasında olmasına bakarsak plansız yükseköğretim SOS veriyor.
İlgili esnaf teşkilatları, meslek odaları mesleki eğitimin içine dahil olsun. Hatta her kurum, firma kendi ihtiyaçlarına göre kendi mesleki okullarını açsınlar… Müfredatlarını büyük ölçüde kendileri belirlesinler.

Böyle bir yapılanma içine girdiğimizde “devlet kapısı” “maişet ve menfaat kapısı” olmaktan çıkacaktır.

Sorunların Kaynağı:  Tekelci  ve Merkeziyetçi Yapı

Şu kabarık listeye bir bakarsak; öğretmen, maaş, atama, KPSS, öğrenci, sınav, dershane, bakan, bakanlık, program, kitap yazım-basım-dağıtım, müfredat, servis, bina, işletme vs.
Şimdi bunca karmaşık faktörün devrede olduğu bir modelde niteliğe hiç sıra gelir mi? Nitelik belki de düşünülecek en son şey halini alıyor. Öğretmen ay sonunu denkleştirme, öğrenci sınıf geçme, bakanlık seneyi kazasız belasız atlatma derdine düşüyor.

Böyle bir karmaşa içinde Merkeziyetçi yapı  ile niteliğin üstesinden gelmek mümkün mü?

İkinci acil öncelik merkezi sınavların acilen kaldırılıp, yerine bitirme sınavlarının ihdas edilmesi.
Geriye dönüp geçmişte başlatılan “yeni müfredat, çoklu zeka, toplam kalite projelerine bakalım. Son zamanlarda ise akıllı tahta, laptop ve bedava ders kitabı gibi projelerin” niçin amacına ulaşmadığını sorgulayalım. Yeni müfredat, çoklu zeka, toplam kalite gibi projelerinde Sayın Bakanımız da yer almıştı.

Ülkemizde Milli Eğitim bakanlarının ortalama ömrünü biliyoruz: İki yıl.

Ruha vüsat ve düşünce dünyasını kanatlandıracak, bilimsel değere haiz tarih, sosyoloji, felsefe, fen ve hatta sanat derslerini hayata geçirecek planlar yapılmalı
Eğitime ruh verecek ve öğrenciye ideal ve şahsiyet kazandıracak öğretmenleri yetiştirecek bir vizyon ortaya konmalı.
Eğitim medeniyet projesi halini almalı.. Medeniyet ve topyekûn değerlerin iflası sürecini yaşıyoruz çünkü. Gençlerimizin geldiği durum ortada.

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Mahur Beste isimli eserinde bu ifadeler geçer: “Oğlum Behçet, ‘Sen bir medeniyetin iflası nedir, bilir misin?’ dedi. İnsan bozulur, insan kalmaz; bir medeniyet insanı insan yapan manevi kıymetler manzumesidir. Anlıyor musun şimdi derdin büyüklüğünü… Cahilsin, okur öğrenirsin. Gerisin, ilerlersin. Adam yok, yetiştirirsin, günün birinde meydana çıkıverir. Paran yok, kazanırsın. Her şeyin bir çaresi vardır. Fakat insan bozuldu mu, bunu çaresi yoktur…”

İki asırdan beri garp taklidine özeniyoruz. Memleketimizde genç ruhlara sunulan her şey, program, kitap, metot, hepsi Garbın malını aktardığımızdan çocuklar elimizde kendimize ait bir şey olmadığına inanmaya başlıyorlar. Güvenleri gelişmiyor. Hattâ, mektep binalarımız bile yok.

Garbın Taklidi ile Bir Yere Varamayız. Varamadık.

Nurettin Topçu merhum “Felsefesi olmayan milletin mektebi olmaz” demişti.

Yavuz Bülent Bakiler’in dizelerinde ifade ettiği gibi, bize ait ruh, duruş ve  asaleti özlüyoruz.

“Kılığın kıyafetin sarmadı beni
Söylediğin türküler bizim türkümüz değil
Başka çeşmelerden doldurmuşsun tasını
Yüreğinde nakış yok, acı yok bizden”

Bin yıldır medreseler mektepler alim arif hakim insanlar yetiştirmişler. Bilimin kurucuları buralardan çıkmış.
Neden kendimize ait yerleşmiş modellere, uygulamalara sırt çeviriyoruz?
Medeniyet iddialarımıza, medeniyet dinamiklerimize dikkatleri çevirecek bir yol sunulmalı.
 Kendi değerlerimizden beslenen üretken ve inşa edici bir eğitim sistemi kurmak için kolları sıvamalıyız.
İhtiyaç duyduğumuz eğitim sistemi bize hem İslâm ve insan düşüncesini iyi öğretecek hem de başka dünyalara, düşüncelere, medeniyetlere açılmamıza imkân tanıyacak derinlikte ve vüsatta olmalıdır.

Öyle bir eğitim sistemi hazırlayalım ki ruh köklerimizden beslensin, dünyaya yeniden çaplı adamlar ve çığır açıcı fikir, sanat ve ahlâk akımları armağan etsin.
Ünlü eğitim filozofu John Dewey’in de dediği gibi, Batı’daki üniversitelerin kurulmasında birinci derecede rol oynayan medrese sistemini güncellememiz gerekiyor.
Çocuklarımıza kendini ve kimliğini öğretecek, özgüven ve kimlik verecek şekilde bu eğitim modeli üzerinde kafa yormak zorundayız.

İşe nereden başlamalıdır?

Hâlihazırda dünyeviliğe ve ateizme alet olan ders kitaplarının dilinin ıslahı ile işe başlamalıyız. Bilimi materyalizmin malı olmaktan kurtaracak çabalar içine gireceğiz. Ders kitapları hakikatin ve hikmetin sesi halini alacak. Bilim kültürümüzün medeniyetimizin, dinimizin hizmetinde olacak.
Medeniyet kendi tekniğini üretir öyleyse kendi metafiziğimize ait teknik üretimine geçeceğiz. Teknik kendi kültürümüzden doğacaktır. Bilimde ve eğitimde kendi referans sistemlerimizle ayağa kalkacağız.

Kendi modellerimizi ortaya koyacağız. Her bilimsel ifade eğitime dair her metot kendi kültürümüzün çocuğu halini alacak.
Tabiat boşluk kabul etmez derler. Biz bu noktada eğitime kendi ruhumuzu vermezsek, başka “ruh”lar gelir oturur. O ruh Fulbright ruhu olur. Yada başka ruh…
Neler yapılmalı?

Mevcut müfredatın bu toprakların ruhuna, dünyasına, ruh köklerine ve ruh iklimine yabancılaşmış gerçek dışı bilgilerle doldurulduğu görülmeli. Öncelikle kendi doğru tarihimiz yazılmalı. Ders kitapları bizim öz kültürümüzü ve medeniyetimizi öğretmeli ve sahanın en üst otoriteleri tarafından yazılmalı.
Eğitim ağacının meyveleri ortada. Bu dönüşüm yapılmadığı takdirde mevcut müfredat çağdaşlaşma / uygarlaşma kılıfı altında sürdürdüğü sömürgeci yapısı ile kafaları teslim almaya devam edecektir.

Eğitimde dayanak noktalarımız bir bir ortaya konmalı. Güç odaklarından ve onların Türkiye’deki uzantılarından çekinmeden…
Yeni eğitim programı ve müfredatı, ülkemizin eğitime bakış açısını ortaya koymalı. Aynı zamanda zihniyetini, nasıl bir fert ve toplum istediğinin yol haritasını da göstermelidir.
Yeni bir  program yapılmalı. Program fert ve toplum için öncelikleri ve değerler sistematiği teklif etmelidir. Sonra, bu teklifin hayat bulması için en etkili araçları ve yöntemleri de belirlemelidir.

Gelecekte ülkenin yönetiminin devredileceği yeni nesillerin, okul ortamında ve öğretmen rehberliğinde sağlam, özgün kimlik ve kişilik inşa etmeleri için en uygun iklimin oluşumunu da ihtiva etmelidir.

Ders kitapları ve müfredat bu anlamda yeniden ele alınmalıdır.

Rahmetli Cemil Meriç, “Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır” demişti.
Ders kitapları vasıtasıyla kendisini  küçümseyen ve küçümseyen Dünya yüzünde başka bir müfredat göremezsiniz. Biz, tarih kitaplarımız vasıtasıyla kendi kendimizi aşağılıyoruz. Onun için aşağılık kompleksi ile malûl neslimiz büyük düşünmeyi bilmiyor, geçmişin mirasından haberimiz yok. 

Bilgiye Değerlerimizle Katkıda Bulunmalıyız?

Önemli olan şey sorgulayabilmektir. Hayattaki her durumda kritik, can alıcı soruları sorabilmektedir. Sınıfların duvarlarından taşmayan, hayat pratiğinden uzak, televizyon izler gibi işlenen derslerden niçin verim alınamamaktadır? Çünkü asıl olan; bir konuyu araştırmaya başlarsın, yenilikler bulmaya çabalarsın, bunu yaparken eksikliklerini öğrenirsin. Gerçek öğrenme bu olur.
Onun için malumata/bilgiye mutlaka bizim değerlerimizle katkıda bulunmamız, bilgiye eleştirel bir gözle bakmamız; irdelememiz, sorgulamamız, bilgiyi yeni ve bize yakışan biçimde, kendi ölçülerimizle sınıflamamız gerekir.

Eğer kendi eğitim sistemimizi kuramazsak, önümüzdeki bir iki kuşak zaman dilimi içinde, postmodern popüler kültür her şeyi silip süpürecektir, insanımızı canlı cenazelere dönüştürecektir. Zaten yozlaşma adına  maalesef  alınan  mesafenin  boyutunu görüyoruz.

Ders kitapları ve müfredat, öğrencilerde büyük çoğunlukla kimlik bunalımına ve aşağılık kompleksine yol açan, Batı’da çoktan terk edilen seküler hurafeleri, üstelik de jakoben yöntemlerle empoze etme işlemi devam ediyor. 

Artık  “özel ve güzel vasıta” arayışlarını, şekilsel dönüşümleri bir kenara bırakalım da sadece gelelim.

Eğitime ruh verecek dönüşümler yapılmazsa, yeni düzenlemeler, mevcut eğitimin yıkıcı ve yok edici kimlik bunalımını örtme, gizleme, hatta meşrulaştırma işlevi dışında başka bir işlevi görmeyecektir.

Eğitime ruh verecek ve öğrenciye ideal ve şahsiyet kazandıracak öğretmenlerin yetişmesidir asıl olan.

Acil önceliği bir kere daha tekrarlayalım konuyu bağlayalım.
Okul, sınıf, sıra, öğretmen, müfredat ve hiyerarşiye dayalı bugünkü zorunlu eğitim modeli kapitalizmin ihtiyacına göre düzenlenmiştir. Bu sistemde çocuklar bir şeyler öğrenmekten çok zil çalınca bir yerde toplanmayı, bir komutla hizaya sokulmayı öğrenirler.

Gelin öğrenciyi çok yönlü değerlendiren, kalite ve beceriyi ölçebilen sistemler hayata geçirelim. Lise döneminde öğrenciye en azından bir “meslek öğretmek” esas haline gelsin ve mesleki eğitim tüm uygulamaları ile kendini göstersin. Ortaokul ve liselerin son sınıflarına “bitirme-olgunluk sınavı” getirelim ve böylece her şeyin merkezi sınavların ağırlığı altında ezilmesinden ve yozlaşmasından kurtaralım.

Eğitimin devlet/egemen tekelinden ve zorunluluktan kurtarıp  hürriyet ve muhtariyet ortamına kavuşturalım. Müfredat ve eğitimin yönetimini özerkleştirelim ve mahalli idarelere de (Vali, Belediye Başkanı; Milli Eğitim Müdürü, okul yönetimi vd) yetki verelim. Okulların ve eğitimin mahallin/bölgenin ihtiyaçlarına göre şekil almasına müsaade edelim.