Son elli yılda hakkında bu kadar çok tartışma yapılan, lehinde ve aleyhinde bu kadar fazla söz söylenen Bediüzzaman Said Nursi dışında ikinci bir şahsiyet daha olduğunu tahmin etmiyorum. Uzun ömründe üç devir; Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini yaşamış olan Bediüzzaman Said Nursi, her zaman kendi şahsına münhasır fikir ve fiilleriyle tanınmıştır.

Son yıllarda ortaya çıkan "Asrın fitnesi" Fetö hareketinin dolaylı olarak Said Nursi'yi ve eserlerini gölgelemesi, art niyetli odakların acımasız bir saldırıya geçmesine sebep olmuştur. Halbuki ne fikir ne de metot olarak Fetö ile Said Nursi arasında en küçük bir bağlantı yoktur. Fetö'nün gençliğinde bu eserleri okuması, kendi menhus gayesine basamak yapması ve bazı saf gençleri kandırarak kendi emellerine alet etmesi yüzünden hiç kimse Said Nursi'yi suçlayamaz.

Bütün hayatı, eserleri ve hizmet metodu ortada olan Bediüzzaman, çağının problem ve hastalıklarını tam olarak kavramış, buna karşı Kur'an Eczanesinden aldığı ilaçları tüm insanlığın istifadesine sunmuştur. Hiçbir zaman şahsını ön planda tutmamış, eserlerini özellikle gençlerin anlayacağı şekilde kaleme almıştır. 

Hakkında ciltlerle kitaplar yazılmış olan Bediüzzaman'ı böyle bir kısa makalede anlatmak mümkün değildir. Onun sadece bir mütefekkir olarak bazı düşüncelerini ve kendine has orjinal bakış açısını anlatmaya gayret edeceğim. Burada onun şahsına methiye yazmak gibi bir niyetim olmadığı gibi, kendisine ve eserlerine yapılan yüzlerce haksız eleştiriye de cevap verecek değilim.

Takipçilerinin çeşitli gruplara ayrılması ve onu farklı şekilde yorumlaması Bediüzzaman'ın şahsına ve eserlerine bir noksanlık getirmez. Onu gerçekten anlamak isteyenlerin yazdıklarını okuması yeterlidir. Bediüzzaman'ın asıl misyonu iman kurtarmaktır. Yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı'nın hedef ve gayesi; "Fen ve felsefeden gelen dalalet" ile sarsılan iman esaslarını takviye etmek, kasıtlı şüphelerle anlaşılması zorlaşan Kur'an âyetlerini asrın idrakine göre tefsir etmektir.

Doğrudan doğruya Kur'an'dan alıp ilhamı,

Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam'ı.

Merhum Akif'in bu beytinde, -bazılarının iddia ettiği gibi- herhangi bir reformist mânâ olmadığı, tam tersine İslam ve Kur'an'ın her çağda tazeliğini ve geçerliliğini koruduğu ifade edilmektedir. İşte yazdığı eserler dikkatlice okunduğu zaman Bediüzzaman'ın tam olarak "asrın idrakine" hitap ettiği ve günümüz insanının anlayacağı ve ikna olacağı şekilde bir tefekkür sistemi oluşturduğu görülebilir.

FELAKET HELAKET ASRI

20. Asır, büyük kayıplara sebep olan iki dünya savaşını, yüzlerce işgal ve yıkımı, atom bombası gibi büyük insanlık suçunu, katliamları, soykırımları, felaketleri, sürgünleri içinde barındıran felaket helaket asrı oldu. Ama bütün bunlardan daha kötüsü, insanları şüpheye düşüren, inanç bunalımlarına yol açan ve manevi krizleri tetikleyen materyalist felsefenin saldırıları bu asırda bütün dünyayı sardı.
Bediüzzaman gençlik yıllarında Van Valisi Tahir Paşa'nın konağında misafir olarak kalırken şöyle bir habere şahit olmuştu:
Bir gün Tahir Paşa ona müthiş bir haber gösterdi. İngiliz Meclisinde Müstemlekat Nazırı (Sömürgecilik Bakanı) Gladstone, elinde Kur’an-ı Kerim’i tutarak şöyle konuşmuştu: “Bu Kur’an, İslâmların elinde bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, bu Kur’ânı onların elinden kaldırmalıyız; yahut Müslümanları Kur’an’dan soğutmalıyız”

Bediüzzaman’ın en hassas olduğu meselede yapılan bu hücum, onun hamiyet, cesaret ve istidadını harekete geçirmiş ve ömrünün sonuna kadar deruhte edeceği iman ve Kur’an hizmetinin özetini şu cümle ile ilan etmişti: “Kur’ânın sönmez ve söndürülmez mânevî bir güneş hükmünde olduğunu, ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!”

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI VE BEDİÜZZAMAN

1914 yılında Avrupa’da başlayan ama Osmanlı Devletinin katılmasıyla Orta Doğu ve İslam Alemine sıçrayan Birinci Dünya Savaşı, büyük bir yangına dönüşünce Bediüzzaman da gönüllü alay kumandanı olarak talebeleriyle beraber vatan müdafaasına koştu. İlk olarak Erzurum Pasinler cephesinde Ruslara karşı mücahede etti. Burada cephe hattında “kalbe gelen sünuhatlar” diye ifade ettiği Kur’an-ı Kerim’in i’cazına dair bir tefsir yazmaya başladı. “İşaratül-İ’caz” adını verdiği kitabını, ileride yazılacak yüksek bir tefsire kaynak olması için kaleme aldığını söylüyordu.

Daha sonra Bitlis müdafaasında önemli görevler ifa eden Bediüzzaman, yaralı bir halde Ruslara esir düştü. Van’dan Culfa’ya deveyle, oradan Tiflis’e trenle yapılan yolculuktan sonra Kosturma ve Kiloğrif’e sevkedildi. İki buçuk sene süren esaret hayatından sonra Bediüzzaman, Petersburg, Varşova, Viyana yoluyla Sofya’ya geldi. Burada kendisine verilen 17 Haziran 1918 tarihli pasaportla İstanbul’a döndü. İlmi şahsiyetini takdir eden devlet ricali tarafından Meşihat Dairesi’ne (Şeyhülislamlık müessesesi) bağlı Darül-Hikmetil-İslamiye’ye üye olarak tayin edildi.

Bediüzzaman buraya resmi olarak tayin edilen ilk dokuz üye arasındadır. Bazı tanınmış üyeleri şunlardır: Haydarizade İbrahim, Elmalılı Muhammed Hamdi, İzmirli İsmail Hakkı, Mustafa Sabri, Mustafa Asım, Ferid Kam.

MİLLİ MÜCADELE YILLARI

Bediüzzaman’ın işgal altındaki İstanbul’da yaptığı hizmet ve mücadele TBMM hükümetinin dikkatini çekince, üç defa şifreli telgrafla Ankara’ya davet edildi. Tehlikeli yerdeki mücahadeyi tercih ettiğini söyleyerek gitmedi. Sonunda Van eski valilerinden dostu mebus Tahsin Bey vasıtasıyla davet edilince, 30 Ağustos 1922 zaferinin ardından Ankara’ya gitti. Meclis’te resmi “Hoşamedi” (hoş geldiniz) töreniyle karşılanan Bediüzzaman, orada gördüğü dine karşı lakaydlıktan hoşlanmadı. Batılılaşma görüntüsü altında İslami değerlerden taviz verildiğini ve yanlış bir yola girildiğini görerek bir beyanname neşretti. Bediüzzaman, şükürden, namazın ve diğer İslami şeairlerin öneminden, dindeki ihmal ve lakaydlığın zararlarından bahsettiği bu beyannamede, Millet Meclisine alacağı kararlar için tavsiyelerde bulundu.

Bediüzzaman’ın, bu devrin koyu karanlığında tesbit ettiği İslam aleyhtarı iki önemli cereyan vardı. Birisi dünya çapında bütün beşeriyeti yutmaya hazırlanan dinsizlik ve Allah’ı inkar cereyanı. İkincisi ise İslam âleminde Kur’an’ı ve Peygamberimizin (s.a.v.) getirdiği şeriatı tahribe yönelen nifak hareketi. Her iki cereyana karşı Kur’an’ın mu’cizeliğini ve Resululah’ın (s.a.v.) sünnetini esas alarak, asrın anlayışına uygun şekilde manevi cihada başladı. Bediüzzaman’ın cihad anlayışına göre, dahilde kesinlikle silahlı mücadele ve isyan hareketleri doğru değildi. Sadece Kur’an’ın nuruyla, Müslümanları irşad etmek için manevi cihad yapılabilirdi. Ancak, harici düşmanın hücumunda maddi cihada gerek olabilirdi. 

1925 yılında Van’da talebeleriyle birlikte münzevi bir hayat yaşayan Bediüzzaman Said Nursi’ye bir mektup geldi. Şeyh Said’in yazdığı mektupta, “Bediüzzaman’ın nüfuzunun kuvvetli olduğu, isyan ve ihtilal hareketine destek verecek olursa başarıya ulaşılacağı” söyleniyordu. Bediüzzaman’ın Şeyh Said’e verdiği cevap, hayatı boyunca yapacağı Kur’an hizmet metodunu da gösteriyordu: “Türk Milleti asırlardan beri İslâmiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez; siz de çekmeyiniz; teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!”
 

BARLA’YA DOĞRU

Şeyh Said isyanı bahane edilerek, dini kisvesiyle tanınmış şahsiyetler, âlimler, şeyhler, hocalar potansiyel bir tehlike olarak görülmüş ve memleketlerinden Anadolu’nun muhtelif vilayetlerine sürgün edilmişlerdi. Bediüzzaman da jandarmaların refakatinde Van’dan Burdur’a sürülmüştü. Van eşrafından bazı kimseler kendisine “Müsaade buyurun sizi göndermeyelim. İsterseniz Arabistan’a götürelim” demelerine karşılık, “Ben Anadolu’ya gitmek istiyorum” diye cevap vermişti.

Burdur’da başlayan zulüm, tarassut, baskı ve işkenceli hayat, daha sonra Barla nahiyesinde devam etmişti. O günlerde kara yolu bile olmayan ancak Eğridir gölünden kayıklarla ulaşım sağlanan Anadolu’nun bu ücra köyüne gönderilmesinin maksadı, Bediüzzaman’ı yalnızlığa mahkum ederek kimseyle görüştürmeden onun Kur’an’a hizmet etmesini engellemekti. Fakat Bediüzzaman, gittiği her yerde asla boş durmuyor, yanına gelenlere iman dersi veriyordu. Bu dersler daha sonra yazılarak risaleler halinde çoğaltılıp herkesin istifadesine sunuluyordu.

Bediüzzaman, asla tasvip etmediği siyasi, sosyal ve hukuki düzenlemelere karışmıyor, siyaset üstü bir gayretle imani meselelere eğilerek, asıl mücadele edilmesi gereken dinsizlik cereyanına karşı fikren cihad ediyordu.

İşte tam bu noktada, Bediüzzaman’ın konuları işleme biçimiyle, kendinden önceki ve kendi çağındaki alim ve müfessirlerden farklı bir metot geliştirdiğini görüyoruz. Çünkü 20. Yüzyıl, pozitif ilimlerin ve buna bağlı olarak teknolojinin geliştiği, maddeci bir zihniyetle her şeyin gözle görülüp elle tutulmak istendiği, insanların kulaktan dolma dini konulara şüpheyle baktıkları bir çağ olmuştu. Bu yüzden klasik metodlarla, yani kelam ilminin delilleri ile bugünün insanlarını özellikle üniversite gençliğini ikna etmek mümkün değildi. Bu yüzden kelam ilminde tecdit yaparak yeni bir metodla iman hakikatlerini ikna edici delillerle ortaya koydu.

Öncelikli konular ise, tevhid yani Allah’ın varlığı ve birliği, ahiret ve haşir yani öldükten sonra dirilme, kader, Kur’an’ın mucizeliği ve Peygamberimizin (s.a.v.) tebliğ vazifesi gibi, kasten Müslümanların şüpheye düşürülmek istendiği temel iman esaslarıydı. Bu konuların, avam ve havassın anlayacağı şekilde izah ve isbat edilmesi gerekiyordu. Yani bu dersleri, hem eğitim almamış insanlar anlayabilmeli, hem de üniversite bitirmiş gençler okuyup istifade edebilmeliydi.

FEN VE FELSEFEDEN GELEN DALALET

Bediüzzaman Said Nursi, Barla’da Risale-i Nur eserlerini yazmaya başlarken gizli din düşmanı komitelerin sistemli bir şekilde Müslümanlar arasında imani konulara ait şüpheleri yaymaya çalıştıklarını biliyordu. Bu dalalet cereyanlarının sinsi bir şekilde fen ve felsefe kılığına girdiğini ve insanları kolayca kandırdığını müşahade etmişti. İmanın sadece basit bir kabullenme olmadığını ve dereceleri olduğunu, özellikle taklidi imanın şüpheler karşısında çabuk sarsıldığını görmüştü. Bu yüzden dalaletin hücumlarında sarsılmayacak olan tahkiki imanı insanlara kazandırmak için eserlerini telif etmeye başlamıştı.
Bediüzzaman, dini ilimlere olduğu kadar pozitif ilimlere de vakıf olduğu için, materyalist ve ateist zihniyetin modern fenden kaynaklanan dalalet cereyanını çok iyi tahlil etmişti. Özellikle fizik, kimya, biyoloji gibi kainatın ve canlıların yaratılışını inceleyen tabii ilimlerin Allah’ı inkara alet edildiğini görmüştü. Allah’ın koyduğu kanunların, tabiat tarafından, tesadüfen veya kendi kendine oluyormuş gibi gençlere telkin edilmesi, Darwin teorisi gibi sapık fikirlerle insanın yaratılışının bile inkar edilmesi gittikçe yaygınlaşmaya başlamıştı.
İşte Bediüzzaman, yaşadığı çağın en büyük hastalığı olan bu dalalet ve inkar fikrine karşı yazdığı eserlerle; başta Allah ve ahiret inancı olmak üzere iman esaslarını ilmi ve mantıki metotlarla isbat etmiştir. Özellikle genç neslin imanının kurtulması, tahkiki bir temele oturması ve kasıtlı olarak ortaya atılan şüphelerin giderilmesi için yazılan bu eserler, asrın hastalığı olan materyalizm, ateizm ve inkarcılığa karşı ortaya konulan bir çözüm olmuştur. 

SİYASET VE EĞİTİME BAKIŞI

Bediüzzaman birisinin, kendi siyasi görüşünde olan şeytan gibi bir adamı övdüğünü, karşı görüşte olan melek gibi bir insanı yerdiğini müşahede edince, siyasetin fenalığını ve zararını çok iyi anlamıştır. İşte bu yüzden şeytan ve siyasetten Allah’a sığınmıştır. Siyaseti dine hizmet eden bir müessese olarak hiçbir zaman reddetmeyen Bediüzzaman, tam tersi durumu yani dinin siyasete alet edilmesini kesinlikle tasvib etmemiştir. 

Çok partili döneme geçilerek, millet iradesinin tecelli ettiği 1950 seçiminden sonra iktidarın değişmesiyle Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. Bediüzzaman bu dönemde siyasete bakmış, hükümetin ezanı Arapça aslına çevirmek gibi müsbet icraatlarını açıkça takdir etmiştir. Bunun yanı sıra siyasilerden, Ayasofya Camii”nin tekrar beş yüz sene devam eden asli ve kudsî vazifesine çevrilmesi, Risâle-i Nur’un resmen serbest olduğunun ilan edilmesi, Diyanet tarafından basılması ve üniversitelerde ders olarak okutulması gibi talepleri olmuştur.

Görüldüğü gibi, kendisine veya çevresine maddi ve manevi bir menfaati ihsas edecek en küçük bir isteği söz konusu olmamıştır. Bu yönden bakıldığında siyasetten yine uzak olduğu, diğer yandan İslam ve Kur’an namına siyasilerden hizmet talep ederek onları bu yönde destekleyip teşvik ettiği görülmektedir.

Bediüzzaman’ın eğitim konusunda dile getirdiği problemler ve gösterdiği çözümler, günümüzde bile geçerliliğini kaybetmemiştir. Eğitimi çok geniş kapsamlı düşünen Bediüzzaman, büyük halk kitlelerinin cehaletten kurtarılması ve öğretimde din ile fen ilimlerinin mezc edilmesi yani uygun şekilde birleştirilmesini istemektedir. Allah’ın esmasının tecellisine mazhar olan kainatın, tevhide göre doğru okunmasıyla ortaya çıkacak müsbet ilimler ve mantık süzgecinden geçmiş, safsatadan arındırılmış dini ilimler beraberce okutulursa, işte o zaman öğrenci iki kanatlı kuş gibi uçabilir. Eğer birbirinden ayrılırsa ilkinde taassup ikincisinde hile ve şüpheyi doğurur.

Bu soyut görüşlerin, somut bir teklife dönüştüğü ve ilk defa 1907’de olmak üzere çeşitli dönemlerde Bediüzzaman tarafından dile getirildiği malumdur. Bu teklif  “Medresetüzzehra” adını verdiği çok ciddi bir eğitim projesidir. Bediüzzaman bu projeyle medrese, mektep ve tekkeyi mana olarak bir araya getirmeye çalışmıştır. Bu maksadını Münazarat adlı eserinde şöyle ifade etmiştir:

 “Şu medrese ukul (akıllar) yanında en ala bir mektep, kulub (kalpler) yanında en ekmel (mükemmel) medrese, vicdanlar nazarında en mukaddes zaviyeyi (tekke) temsil edecektir.” 

Bu ifade, Bediüzzaman’ın asrının hastalıklarına reçete olarak sunduğu akıl, kalp ve vicdanın birleştirilmesi, dolayısıyla mektep, medrese ve tekke çekişmesinin sona erdirilmesi fikrinin özetidir. “Medresetüzzehra” projesi şayet hayata geçirilseydi, Tanzimat döneminde açılmaya başlanan batılı anlamdaki mektep ve darülfünunların eğitim sistemi ıslah edilerek, İslami anlayışa uygun şekilde yeniden tesisi de sağlanmış olacaktı.

Bediüzzaman’ın bu projesi gerçekleşmese de, yazmış olduğu Risale-i Nur Külliyatı altmıştan fazla dile çevrilerek, Türkiye’de ve dünyada milyonlarca okuyucuya ulaşmış, adeta bir açık öğretim üniversitesi haline gelmiştir. Medresetüzzehra’da gerçekleştirmek istediği yeniliklerden daha fazlasını eserleriyle başaran Bediüzzaman Said Nursi, resmi ve örgün bir eğitim kurumu yerine, hasbi ve yaygın bir açık öğretim sistemini kurmuştur.