Şimdiye kadar hiç siyasi bir yazı yazmadım ve hiçbir siyasi mesaj paylaşmadım. Aslına bakarsanız, ömrümde hiçbir partiye üye bile olmadım. Ama vatandaşlık hakkım ve görevim olan oyumu, hiç ihmal etmeden her zaman kullandım. İlk defa (belki de son defa) siyaseti, daha doğrusu "asrın seçimi"ni konu alan bir yazı kaleme almaya karar verdim. Şahısların ve partilerin değil, sadece zihniyetlerin tarihi bir değerlendirmesini yapmaya çalışacağım. 

Bu yazıdaki değerlendirme kriterim, milletimizin sağduyusuna güvenerek ekseriyetin yanlış ve batılda birleşmeyeceğine olan inancımdır. Tarihimize, kültürümüze ve medeniyetimize karşı şahsi sorumluluğumu yerine getirmektir. Vereceğimiz bir oy, ülke ve dünya tarihini değiştirecek kadar önemlidir. Bana göre, birilerine kızarak veya sempati duyarak oyumuzu keyfi şekilde kullanmaya hakkımız yoktur. 

14 MAYIS 1950

Siyasi tarihimizin dönüm noktası olan 14 Mayıs 1950 seçimleri, milletimizin dini ve manevi değerlerine sahip çıkarak, 27 yıllık baskıcı zihniyete attığı güçlü bir şamardır. Öyle ki bu şamarı yiyenler bir daha belini doğrultamamış, ancak darbelerle kendilerine siyasette bir yer bulmaya çalışmışlardır. Merhum şehit Başbakan Menderes'in iktidara geldiğinde ilk icraatı, 18 yıldır Türkçe okunan ezanı aslına çevirmek olmuştur. Bu karar, sonra girdiği iki seçimi de büyük farkla almasına sebep olurken, idama mahkum edilmesine de en önemli gerekçe sayılmıştır.

14 Mayıs'taki büyük olayı anlamak için, 1946 seçimlerinin hangi şartlarda yapıldığını iyi bilmek gerekir. Dış baskılar sonunda çok partili hayata geçmeye mecbur kalan "Milli Şef" İnönü, kontrol altında tutacağı bir muhalefet hayal ediyordu. Fakat ele avuca sığmaz bir politikacı onun bu hesaplarını alt üst etti. Menderes, kendi partisinde yıllarca bulunduğu halde, çok güçlü bir rakip olarak karşısına çıkmıştı.

Aydın'dan gelen vatan ve millet sevdalısı bu politikacı halkın nabzını tutmuş, meydanlara yeni bir heyecan getirmişti. Maddi, manevi baskılardan bunalan ve adam yerine konmayan geniş halk kitleleri, ilk defa kendi tercihini sandığa yansıtma fırsatı buluyordu. Ama gelin görün ki, tek parti zihniyetinden kurtulamayanlar, millete böyle bir tercih yapma fırsatını tanımadı. DP'nin teşkilatlanma çalışmalarına engel olmak için çeşitli oyunlar oynandı. Büyük bir hızla yaygınlaşan partinin seçimlere girmesini önlemek için, aniden erken seçim kararı alındı. Böylece, belediye seçimleri Mayıs'ta, erken genel seçimler ise 21 Temmuz'da yapılacaktı.

"ÜÇ BEŞ ÇAPULCU" KİM?

CHP’li Nihat Erim, 30 Mayıs 1946 günü Ulus gazetesindeki makalesinde, İnönü’ye gönderme yaparak başarısız seçim propagandasından yakındı. İnönü ise Erim’e, şu cevabı verdi: “Ben ihtilalci ve Kuva-yı Milliyetçi İsmet’im. Biz bu ülkeyi yoktan bu hale getirdik, üç beş çapulcuya maskara etmeyeceğiz. Yaptığımız bir tecrübedir. Muvaffak olursak ne ala, olmazsa vazgeçer eski usulde devam ederiz.”

Bu sözler tam da CHP zihniyetini aksettiren, milleti küçük gören, kendini devletin sahibi zanneden ve ilelebet Türkiye'yi keyfine göre idare edeceğini hayal eden ceberut politikacı tavrıydı. Partinin ruhuna işlemiş bu tavır, 73 yıldır iktidar yüzü görmemiş olmasına rağmen bugün bile bilinçaltında aynen devam etmektedir.
Sonunda açık oy, gizli tasnif sistemiyle 21 Temmuz 1946'da diskalifiye ettikleri DP, dört sene sonra 14 Mayıs 1950'de, Türk siyasi tarihinde görülmemiş (ve bence bir daha görülemeyecek) büyük bir çoğunlukla iktidara gelmişti. DP'nin çıkardığı milletvekili sayısı 416, CHP'nin ise sadece 69 idi.  Milli Şef öyle bir şok yaşamıştı ki "üç beş çapulcuya" haddini bildirecek gücü kalmamıştı. Tekrar iktidara gelebilmek için 10 sene beklemesi ve darbelerden medet umması gerekmişti.

1960 ihtilalinin millet iradesine indirdiği darbe, masum bir başbakanı şehitlik makamına çıkardı. Fakat demokrasi ve hürriyet mücadelesi kısa bir kesintiden sonra, kaldığı yerden devam etti. Demokrat (halkın deyimiyle demirkırat) zihniyet, isim değiştirerek; AP, ANAP, AKP çizgisinde devam ede geldi. Partilerin, tüzüklerin ve liderlerin birbirinden çok farklı olması, halkın nazarında hürriyet ve demokrasi mücadelesi veren kitle partilerinin tercih edilmesini engellemedi. Çünkü milletin sağduyusu, CHP zihniyetine karşı kendi inancını temsil eden siyasi oluşumu kısa zamanda kavrayıp onu baş tacı yapmasını biliyordu.

20 YILLIK İKTİDAR

Merhum Özal'ın ölümüyle başlayan siyasi çalkantılar sonrasında 28 Şubat'ın etkisiyle bunalan millet, 3 Kasım 2002'de yeniden 46 ruhunu yakalamıştı. Ak parti büyük bir çoğunlukla iktidara gelirken, CHP dışındaki partiler barajın altında oy alarak meclis dışında kalmıştı. Adalet ve kalkınmayı birinci hedef olarak belirleyen iktidarın, ilk yıllarda Menderes kadar bile icraat yapma imkanı yoktu. Çünkü askeri ve sivil tüm bürokrasi ile mevcut Cumhurbaşkanı rejimin bekçiliğini üstlenmişti. Yani AKP iktidar olmuş fakat muktedir olamamıştı.

Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesiyle yepyeni bir döneme giren Türkiye'nin önü açıldı. "Sivil ve dindar cumhurbaşkanı" Özal'ın devamı olarak Çankaya'ya çıkan Abdullah Gül, iktidarın cesur icraatlarını onaylayıp tarafsızlığını korumaya çalıştı. AKP, halktan aldığı desteğin gücüyle vesayet odaklarının demokrasi üstündeki tehditlerini bir bir ortadan kaldırdı. Her girdiği seçimden başarıyla çıkarak Türkiye'yi ekonomi ve dış siyasette başarılı bir çizgiye getirdi.

Elbette her iktidar gibi yaptıkları hatalar vardı. Verdikleri bazı sözleri ise hiç yerine getiremediler. Buna rağmen pozitif ve negatif puanlar toplandığında, artılarının daha fazla olduğu görülüyordu. Bu yüzden halkın çoğunluğu seçimlerde, yıpranmış olmasına rağmen yine mevcut iktidarı tercih ediyordu. Tabii ki, bu tercihte muhalefetin çapsızlığı, iktidara alternatif olamayışı ve zihniyet olarak 1950 öncesinde takılıp kalmasının büyük rolü vardı.

Sonuçta doğrusuyla yanlışıyla Türkiye'yi yönetenler, kendilerini her zaman ve her şartta destekleyen bir grubun ihanetine uğradı. İktidarın imkanlarıyla palazlanan bu geniş tabanlı dini grubun elinde medya, sağlık, eğitim kuruluşlarıyla, askeriye, emniyet ve sivil bürokrasiye sızmış binlerce profesyonel eleman vardı.

ASRIN FİTNESİ FETÖ

Şubat ayında başımıza gelen "Asrın Felaketi"nden on yıl önce, Türkiye "Asrın fitnesini" yaşamıştı. Kendilerinden zarar gelmez zannedilen "alnı secdeli" bu örgüt mensupları, adeta bir "haşhaşi" kesilip devletin başına bela oldular. Hasan Sabbah'ı aratmayan liderleri Fetö'nün bütün talimatlarını harfiyen yerine getirip, uyuşmuş beyinlerini ülke aleyhine kullanmaya başladılar.

Devlete sızmak için kurdukları paralel yapıyla iktidarın altını oyup, dizginleri tamamen ele geçirmek üzereyken fark edilen bu örgüt, sonunda açıkça bir darbeye kalkıştı. Her ne kadar bu kalkışmada kandırılmış ordu mensupları kullanılsa da, asıl organizasyon dindar bir cemaatin beyin takımı tarafından yapılıyordu. Böyle bir darbe teşebbüsü Türkiye'de ilk defa oluyordu.

İktidarın 15 Temmuz'a aynı sertlikte karşı koyması ve sivil insiyatifin kısa zamanda harekete geçmesiyle bu kalkışma başarısızlığa uğradı. Ama yıkıcı etkileri günümüze kadar sürüp geldi. 15 Temmuz öyle bir depremdi ki, artçıları kendisinden daha büyük oldu. Meydana gelen büyük enkazı temizlemek yıllarca sürdü. Tabii bu arada haksızlığa uğrayanlar, iftiraya kurban gidenler, yanlışlıkla hapishanelere girenler vardı. Asıl organizasyonu yapanların çoğu ise çoktan yurtdışına kaçmıştı.
Bu olay iktidara önemli ölçüde puan kaybettirdi. Karşıt fikirde olanların suçlamalarından ziyade, yıllarca iktidarı destekleyen kişiler, gruplar ve medya haksızlığa uğrayan mağdur ve mazlum insanları savunmak için eleştiriye başladı. Siyasi aktörler ise düşman olarak tanımladığı hedefi imha etmeye öyle bir kilitlenmişti ki, gözü bu türden ferdi haksızlıkları görmüyordu. 

Muhalif tarafta olup her zaman iktidarı eleştirenlere sözümüz yok. Ancak önceleri iktidarı destekleyip son dönemde eleştiri oklarını kendi cephesine yöneltenleri ise ikiye ayırmak lazım. Birincisi yapıcı ve olumlu eleştiri mantığıyla, yanlış gördüğü hususları açıkça söyleyip ikaz görevini yerine getirenler. İkincisi ise; adalet, istibdat ve zulüm gibi soyut kavramlar üzerinden iktidarı eleştirip, ümitsiz ve olumsuz bir mantıkla kaybetmesini isteyenler.

İKİNCİ 14 MAYIS

Ben halkın sağduyusuna güveniyorum. Tek parti devrinin baskı ve zulümlerini unutmayan bu aziz millet, CHP'yi 1950'den beri iktidara getirmemiş, bundan sonra da getirmeyecektir, İnşaallah. Onu iktidara taşımak için destek olanlar da bunun ağır siyasi bedelini ödeyecektir. Zihniyet olarak birbiriyle asla bir araya gelemeyecek partilerin, AKP düşmanlığına dayanan bir ittifak kurmaları, siyasi bir fikir temelinden yoksun olduklarını göstermektedir. Feraset ve basiret sahibi insanların, bu tezatları görüp Türkiye'yi böyle kritik bir zamanda maceraya atmayacaklarına inanıyorum.

AKP'nin yanlış bulduğum icraatlarını ta ilk günden beri eleştiriyorum. Haksız kararlarına, hatalarına göz yumarak ortak olmuyorum. Ama seçim zamanında, İslam düşmanlarını sevindirecek tarzda eleştiride asla bulunmam. Hele illerdeki milletvekili adaylarını beğenmeyip cumhurbaşkanını eleştirenler, bu seçimin mana ve önemini hiç anlamamış demektir. Ben hiçbir menfaatim olmasa da oyumu ülkemin ve ümmetin geleceğini düşünerek kullanırım. Hatta hükümetin bazı icraatlarından şahsen zarar görmüş bile olsam, kararımı değiştirmem. Tercihimi şahsi hesaplarla değil, ülke menfaati ve milli birliğimiz için yaparım. 
Ayasofya'nın camiye çevrilmesinin gerçek manasını anlayabilenler, hatalarına rağmen mevcut iktidarın desteklenmesi için başka sebep aramaya lüzum görmezler. 
Bu seçimi kazanması halinde AKP ve Cumhurbaşkanının yeni bir vizyonla, geçmiş 20 yılın ciddi değerlendirmesini yapıp yeni bir yol haritası çizmesi lazım. Kendilerinin bile şikayet ettiği eğitim, kültür ve sanat alanında günlük politikaların üstünde geleceğe yönelik gerçekçi ve reform niteliğinde icraatlar gerekmektedir.

Gençlerin maddi ihtiyaçları yanında manevi gıdaları karşılanmazsa, hoşumuza gitmeyen görüntüler daha da artacaktır.
Diğer bir önemli konu da hukuk ve adalet sistemidir. İnsanlar kanun karşısında eşit olduklarına, adaletin bağımsız ve tarafsız olduğuna inanmadıkça hukuk devleti olmak bir mana ifade etmez. Aynı şekilde halkın, bütün idarecilere güveni yeniden tesis edilmeli, adam kayırma, menfaat, iltimas, rüşvet gibi kötü ahlakın bütün kalıntıları ortadan kaldırılmalıdır. Ne yazık ki, bu konuları diline dolayan kişiler, aslında kendileri bu menfaatleri elde edemedikleri için iktidarı eleştirmektedir. Halbuki, bu hassasiyet Müslümanın önceliği olmalıdır. Tüm yöneticilere Halife Ömer bin Abdülaziz'in mesajlarını anlama ve uygulamalarını tavsiye ediyorum.
***
Dünyadaki bu en çalkantılı zamanda ve Türkiye'nin her alanda ciddi tehditlere maruz kaldığı bir dönemde, iktidarı "Bremen mızıkacıları" gibi maceracılara teslim etmek hiçbir vicdana sığmaz. Zaten dış odaklar kesinlikle güçlü, kararlı ve lider bir Türkiye istemiyorlar. Son yıllarda devlet olarak elde edilen başarılar; az sayıda dostumuzu sevindirirken, çok sayıda düşmanımızı kahrından çatlatmaktadır. Hele yeraltı zenginliklerinin keşfi, bu kıskançlıkları korkuya çevirmiştir.
Türkiye'nin askeri, siyasi ve ekonomik gücü, bütün İslam ülkeleri tarafından ilgiyle takip edilmektedir. Önümüzdeki dönemde Türkiye liderliğinde kurulacak olan İslam Birliği; ABD, Rusya ve AB'nin korkulu rüyasıdır. Dış politikada bu icraatları gerçekleştirebilecek olan ancak mevcut iktidardır.
"Asrın seçimi" 14 Mayıs, Türkiye'nin ve İslam dünyasının yüz yıllık geleceğini şekillendirecektir. İç ve dış fitne odaklarının hesapları tutmayacak, halkımız her zamanki sağduyusuyla en doğru kararı verecektir.

Yeter! Söz milletindir!