Colin Turner yazısında şu ilginç soruyu gündeme getirir: “Biz Allah’a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?” [1].

Durham Üniversitesi’nde profesör Müslüman bilim adam Colin Turner gerçek imanı bulduğu maceralı fikri yolculuğunda inkârcılığın bu kadar yaygın hale geldiği ve bilimlerin inkarcılığa alet edildiği çağımızda kainatı olduğu gibi gören bir bilimsel anlayışa ihtiyaç duyulduğuna dikkat çeker.

Bilimsel metotlar üzerine kurulu; bilimle dinin hakikatlerinin birlikte sunulacağı yeni bir metoda ihtiyaç olduğuna vurgu yapar. Şöyle devam eder:

“Taklitle değil, tahkik yoluyla elde edilen bir imandan söz ediyorum. Aksi halde İman diye kabul ettiğim şey, gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka bir şey olmayacak. Bu durumda gençler gerçek imanla tanışamayacak.”

Bilim Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr etmiyor; yaratılışı da kabul ediyor. Ancak bu düzen ve ahengin tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı istiyor. Bundan sonra inanmamızı istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın varlığını devam ettirdiği iddiasıdır. Yaratılmış, aciz, cahil sebepler yaratıcı konumuna yükseltilmektedir. Tabiat, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla, etrafımızda görüp işittiğimiz o harikulade ahenk ve muvazene içindeki sanat eserlerini icat ediyor hem de düzenin devamını sağlıyorlar. İnsanlar da tabii amaçsız olarak dünyaya gelmiş, fani aciz mahlûklar hükmüne geliyor.

Prof. Turner’in bu itirafı okullarda ders kitaplarının üstü örtülü söylediğini ifşa edilmesidir bir bakıma. Daha açık ifade edersek; bilimlerin bu şekliyle ateizm öğretisi haline gelmesi, okulları seküler bilimin tanrılarının kürsüsü haline getirmektedir. Aileden kazanılmış imanımız ve imanımızdan doğan kutsal değerler (dolayısıyla da ahlakımız) bu şekilde berhava olmaktadır.

Bilimin materyalizmin ve ateizmin “malı” olmadığını nasıl anlatacağız? Bilimi ateizmin hakimiyetinden ve “işgalinden” nasıl kurtaracağız? Onu layık olduğu “şerefli” konuma çıkarma yolu yok mu?

Batı’yı/Avrupa’yı değerlendirirken, karşımızda iki farklı Avrupa bulunduğunu unutmayalım. Birinci Avrupa, bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet eder. İkincisi ise insani ve dini değerlere, bilime dayanan Avrupa’dır. Birinci Avrupa, ikinci Avrupa’nın başarılarının arkasına sığınarak bilimi ateist ideolojiye alet etme çabası içindedir. Birinci Avrupa’nın bilimi metafizikten soyutlayarak, onu materyalizme, hatta ahlaksızlığa ve dünyeviliğe alet etmesi sonucunda gelinen nokta vahimdir.

Bu vesile ile “İkinci Avrupa” adına çalışan bilim adamlarından birisi olan Filozof Roy Bhaskar’ın çalışmaları dikkatimizi çekiyor.

Roy Bhaskar’ın öncülüğünü yaptığı güçlü felsefi akımda seküler bilim anlayışının bilimsel temelinin olmadığı anlatılır. Bu model “Eleştirel gerçeklik, fizikötesi gerçeklik veya gerçeklik ötesi” adları ile bilinir ve yaratılışta ilim-irade-kudret hakikati dolayısıyla tek bir Yaratıcının varlığı ve gerekliliği nazara verilir.

Bhaskar gerçekliği/hakikati üç kategoride ele alır:

(i) Hakikat, (ii) olgu ve (iii) gözlem. Kâinattaki her şeyin dayandığı bir ‘İlim ve Kudret’ hakikati vardır. Materyalist/inkârcı anlayışın nazarlardan özenle sakladığı gerçekler: İlim ve Kudret Hakikatı. Gerçeğin arkasında ona şekil veren bir ilmî kalıp ve güç bulunur. “Olgu” kudretin gerçeğe şekil verme halkasıdır. Olguların gözlemlerimizle alâkası yoktur. Nitekim farkına varamadığımız birçok olgu/olay/faaliyet vardır. Ancak, biz bilmesek de, onlar gerçektir. Üçüncü en dar kategori ise, gözlemlerimizden oluşan deneye dayalı bilgidir.

Bhaskar, materyalist temelli anlayışların gerçekliğin üçüncü kategorisinde kaldığını ve ötesini göremediğini söyler. Bhaskar bu konuda şöyle devam eder: “Bu dar dairedeki gözlemlerimizin perde arkasındaki derin mekanizmaları anlamakla ancak hakikat anlaşılabilir hale gelir. Yoksa gördüğümüz düzenliliklere ‘evrensel kanunlar’ diyerek, gerçeğin aslında bu kanunlardan geldiğini söylemek büyük bir hatadır.”

Elbette kanun varsa kanun koyucu ve o kanunları işleten vardır. Çünkü kanun kendi başına iş yapamaz.

Bhaskar’a göre, modern bilim, kâinattaki kanunları gerçeklikle karıştırıyor. Düzenlilik gösteren kanunlar, algıladığımız olguları açıklayan gerçeklik olamaz. Belirli sebeplerin sürekli belirli neticelerle birlikte görülmesi, söz konusu sebeplerin o neticeleri yaptığı anlamına gelmez. Çünkü sebepler, sonuçları yapabilecek bir öze ve güce sahip değildir. Sebep-netice ilişkisi, bizim zihnî kurgumuzun ürünüdür. Gördüğümüz sebepler neticeleri yapamaz [2].

Bilimlerin çoğu kurucu zirveleri, bilimin dine hizmet etmesi, yaratılışla ilgili sırlara cevap vermesi gerektiğine dikkat çekerler. Böylece bilime doğru hedef çizerler. Din ile bilim arasında bir ayrılığın bulunmadığına vurgu yaparlar.

Ateist ve materyalist bakış tabiat kanun ve nizamı olarak gözlemlediğimiz yardımlaşma-paylaşma, hayat ve diriltme, rızık ve beslenme, mükemmele gidiş, güzelleşme-süsleme, faaliyet, nizam ve düzen, denge ve adalet, terbiye ve idare, tasarım ve sanat, yaratılış, temizlik ve iktisat gibi konuları ders müfredatından çıkarmaktadır. Halbuki bunlar aslında her biri ders kitaplarında ana müfredat konularıdır.

Sadece “Yaratılış “ konularına yer verilmekte; yaratılış konuları ise “evrim” adı altında “TESADÜF, TABİAT VE SEBEPLER denen sahte tanrılara mal edilmektedir..

Kuran birçok ayeti ile insanı, kâinatı bir kitap gibi okumaya davet eder ve “Yaratılış Sırlarını” anlamaya çağırır.

İşte o ayetlerden ikisi:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Casiye/13).

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) ALLAH’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler: Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 191).

Felsefenin hikmetle bağının kurulması ve dolayısıyla varlığı bir bütün olarak görebilmek için yolunu açacak bir metoda ihtiyaç duyduğumuz açık.

Bediüzzaman’ın “Manayı harfi” yaklaşımı Felsefenin hikmetle, bilimin de metafizikle bağının yeniden tesisinde en etkili bir metot olabilir.

Bir yazıya baktığımızda dikkatimizi harflere ve kâğıda değil, harflerin birleşmesinden ortaya çıkan “manalara” yöneltiriz. Yazılmış bir mektup gibi düşündüğümüz varlığın manası, ilahi isimlerin yansıma ve tecellileridir ve “bilimsel gerçekler” aslında Allah’ın “Hak” ismine işaret eder. Mana-yı Harfi metoduna göre özellikle fen bilimlerinin kaynağı Allah’ın ‘Hakim’ ve ‘Alim’ isimleridir. “Tevhid” “iki başlılığa” izin vermemektedir.

Hâlbuki materyalizme ve ateizme alet edilen bilim dikkatleri manaya değil, harflere yöneltmektedir.

Mânâ-yı harfî; olayları hakikati ve özü ile görmek; eşyaya/varlığa hakikat, hikmet, fıtrat, fazilet vb. boyutları ile bakabilmektir. Bu amaçla da öncelikle yapılması gereken; bilimin arka planda yeniden inşa edilmesi ile bilim niceliksel alanda yatay olarak gelişirken, dikey olarak ruhanî boyutla irtibatının kurulmasıdır. Bu irtibat sayesinde niceliksel bilginin ötesine geçilecek ve fiziksel âleme ilişkin bilginin ruhanî âleme irtibatı sağlanacaktır.

Bu metot, ders kitaplarından başlamak üzere her alanda varlığın hikmet, hakikat, fıtrat vb. boyutları ile ele almaktadır. Her ferdin kainat kitabı okuru haline getirilmesi ile insanın kainat ağacının meyvesi olduğu hakikatı ve insanın halife-i arz sırrı tahakkuk edecektir.

Amaç, bilimi hakikate ayna ve gerçeğin sesi haline getirmek; yaratılışı sahte mabudların, “hırsızların” elinden alıp hak sahibine yani Yaratıcısına vermektir.

Bu metot islam dünyasına ortaçağda olduğu gibi bilimde motivasyonun ve şevkin kaynağı olabilir.

“Kâinat kitabı” okuması haline gelmesini Kuran’da bir çok ayette yer alır [3] . Bunlardan birisi de ilk emir/ayet olan “Oku” ayetidir. Kuran’ı doğru muhatap olan müslümanlar, Asr- Saadet ile başlayan dönemde araştırmacı ve gözlemci’ bir toplum olmanın alt yapısını kurdular. Kainat kitabını “okumak” için gerekli ve geçerli yolun fen ve matematik ilimleri ile sanatla yoğun bir şekilde meşguliyetten geçiyordu. Matematik ve fen bilimlerinde gelişme mantıki tutarlılığın önünü açtı. Doğru bilgi için testler geliştirildi. Tüm testler, mantıklı, gözlemlerle tutarlı ve bilinen gerçeklerle uyumlu ise geçerli olabiliyordu. Kur'an’ın mesajları bu şekilde doğru anlaşıldı.

Müslümanların bazı vesilelerle unuttuğu/bıraktığı Mana-yı Harfi bakışını Bediüzzaman tekrar formüle etti ve eserleri ile uygulamalarını ortaya koydu. Sıra bu sistemin müfredata ve ders kitaplarına yansımasıdır; belgesellere, medyaya ve diğer alanlara uygulanmasıdır. Manayı Harfi anahtarı ile kapanan ilim ve araştırma kapılarını tekrar açabiliriz; 15. Asırlardan sonra yavaş yavaş terkettiğimiz sistematik düşünme özelliğini kazanabilir ve ve araştırmacı/gözlemci toplum haline gelebiliriz.

[1] Colin TURNER (Prof. Dr.) | Sorularla Risale

[2] Collier, A., (1994), Critical Realism: An Introduction to Roy Bhaskar’s Philosophy, London: Verso.

[3] Ortaçağda Müslümanları Bilim ve Araştırmada Zirve Yapan Sırrı Nasıl Yakalayabiliriz? | ZaferDergisi.com