Türkiye’deki Öğrenme Yöntemi ve Eğitim Üzerine Bir Analiz

Prof. Dr. Osman Çakmak

Bu yazımızda  ülkemizde hakim  öğrenme yöntemini eleştirel bir incelemeye tabi tutacağız. Malumat (bilgi ve sınav odaklı eğitim) ile“tepkisel öğrenme” arasındaki ilişkiyi  gündeme getireceğiz.   
Sohbetimizin sonunda şartlandıran eğitimin yapabileceği kötülükleri, bizi yönlendirmesini, üzerimizde bir kılıç gibi sallanmasını engellemek için ne yapacağız? sorusuna cevap arayacağız. 
Daha iyi anlaşılması için konuları soru –cevap tarzında  ele aldık. 

-Bizi kandırıyorlar. Niçin  kanıyoruz, kim kandırıyor bizi? 

 Malumata karşı eğer edilgin iseniz, sadece alıcı durumdaysanız, malumat gerçekten  sizi yer bitirir,  yok eder.  İnsanları eğite eğite, “sağır, kör, dilsiz” yapabilirsiniz, bu olabilir.  Eğitim eritim haline getirebilir.

-Halbuki günümüzde   en değerli şey de bilgi değil mi?

Aynı zamanda en değersiz şey de bilgidir.  Bilgi günümüzde en etkili algı ve aldatma vesilesi   haline geldi.  Bilgi kirliliği içinde faydalı olanı seçmeyi bilmiyorsanız filtre edici bir zihne sahip değilseniz   işiniz bitik demektir. 
Diğer yandan eğer eğitim,  malumata (bilginin en alt derecesi)  ve sınava odaklanmışsa   kullandığınız  şartlanmaya dayalı  öğrenme yöntemi  değişime ayak uyduramayan nesiller yetiştirir. Çocuk ve gençleri gerçek hayattan da kopartır.  
Ülkemiz bir sınavlar ülkesi haline getirilmişse ortada eğitim adına yanlış giden şeylerin olduğunu söyleyebiliriz.   

-Nedir bu yanlış giden şeyler?   

İnsanda kırılgan/hassas iki duygu var: Bunlar insan merakı ve öğrenme duygusu/yetisi. Meraksız ve talepsiz bilgi yüklemesi bu duyguları dumura uğratır/köreltir.
Usta bir eğiticinin yaptığı, aslında kişinin içindeki “öğrenme gücünü” harekete geçirmek ve ona ilham vermektir. Yani öğrenmenin yollarını göstermektir. Halbuki  kafaya  sınavlar için “bilgi yığma”    şeklinde süregiden eğitim anlayışı  ile  insanî  iki özellik (merak ve öğrenme isteği)  dumura uğratılmaktadır   
Kişinin “ merak” ve “öğrenme isteği” , “öğretme” dediğimiz “empoze ve dayatma”   tarzı zorlamalara karşı neden  fevkalade kırılgan ve hassas” olarak yaratılmış.  Öğrenme aşamasında ve  durumunda olan bir insanın öğrenmeye “zorlanması” tehlikeli sonuçlar doğurmaktadır. Ben istemeden bana bir şey öğretemezsiniz hükmü önemli bir eğitim prensibidir.   
Bir şey hakkında ne kadar az şey biliyorsanız o konuda o kadar kesin yargılı hale geliyorsunuz.. Bir şeyi ne kadar kurcalayıp da altına doğru inmeye başladığınızda her şeyin birbiriyle çok ilgili olduğunu, dolayısıyla öyle tek başına kesin olabilecek hiçbir şeyin olmadığını, her şeyin birbirine göre değişebilir olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.
 

-Öğrenmenin başında öğrenmeye olan talep ve ihtiyaç oluşturulmadan bilgi yükleme zorlama olduğuna göre bu bir tür insan hakkı ihlali değil mi?

Çocuklara, doğal öğrenme eğilimlerine (örneğin oyun ) aykırı ve baskıcı, aşırı zorlamaya dayalı yöntemlerle, ardışık tekrarlatmalar yoluyla belleğe nakşetmek şeklindeki eğitim onların zihni  köreltici işlev görmektedir. Ve aslında bu tür zorlamalar bir tür insan hakkı ihlalidir. 

-Malumatın, yani eğitimin bilginin birinci düzeyinde kalmasının “yok ediciliğini”  başka nasıl açıklarsınız?

 Malumata   dayalı eğitimin   ıslah ve uyum işlevi  vardır. Bu eğitimin çemberinden geçen insanlarda eleştirel bakış yok olmaktadır. Otoriteye karşı benzer tepkiler sergileyen insan tipleri oluşmaktadır. Bu eğitim sürecinden geçen insanlar, "doğru", "iyi" ve "güzel" yönünde doğuştan sahip oldukları doğal eğilimleri kaybedip, başkalarının amaçları yönünde kıyasasıya mücadele eden "tek doğrulu" hale gelebilirler.
Ülkemizde yaygın kullanılan eğitim yapısı talep ve ihtiyaç oluşturmadan (öncül şartlar) bilgi yükleme  tarzındadır.     Bu öğrenme türünün  “bütünleştirici”  işlevi vardır. Tepkileri önceden tahmin edilebilen  ve birbirine benzeyen insanlar yetiştirir. Tek doğrulu bakış açısına sahip olan bu kişilik tipi doğru, iyi ve güzel yönündeki tüm öğretileri, kendi tek doğrularını dayatmaya kullanan birer ideolojik silah haline getirebilir.

-Şartlanmaya dayalı eğitimin, yani ülkemizdeki eğitim metodun yok ediciliğinin niçin pek de farkında değiliz? Eğitim alanında uyutuluşumuzun bir resmi olabilir mi bu? 

Eğitimin en ilkel biçimi  hayvan eğitimi uygulamalı   psikoloji ve şartlanmadan başka bir şey  değildir.  İnsanın zihni fonksiyonları henüz gelişmediği  bebeklik döneminde  daha ziyade şartlanmaya dayalı (reflekse dayalı) öğrenme ile gelişmeye başlar.  Çocuk dünyaya geldiğinde temel ihtiyaçlarını (emme, tutma) ihtiyari olarak değil, refleksi olarak yerine getiriyor. Sonra insiyaki  hareketler. Sonra otomatik hale gelmiş itiyatlar (alışkanlıklar) sonra telkinli hareketler, ve nihayet iradi şuurlu hareketler.
Tüm bu hareket (davranış) çeşitleri bir çekirdeğin etrafına sarılır gibi, reflekse dayalı  hareketlerin etrafına çocuk büyüdükçe sarılıyor.  Tüm bunların hedefi, insanın hareketlerini iradi ve şuurlu bir noktaya taşımasıdır. 
Şuurlu çabalar veya deneyimlerle edindiğimizi bilgi ve becerileri şartlanmayla pekiştiririz. Örneğin istediğimiz davranışı öğrenmeye başlar ve bu işe   şuurla ve kendi irademizle götürürüz  Zamanla tekrarlayarak pekiştiririz.    Ancak bildiğimiz şeyleri  mümkün olduğunca şuur seviyesine çıkarabiliyor;    yani “açıklayabiliyor” değilsek  şartlanmanın tuzağına düşmüşüz demektir.   Şartlanma yolu ile öğrendiklerimizi  sorgulamıyorsak   zihnimiz  şekillenmiştir. Sonuçta  bilgilerin  yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inanmak güç hatta imkansız hale gelecektir.

Kısacası  mümkün olduğunca davranışlarımızın şuurunda olmazsak, yani öğrenme süreci  sorgulamaya dayanmıyorsa, taklit ve  tekrar esas halini almışsa   öğrendiklerimizi şartlanma yoluyla elde etmeye başlarız.  Pavlov’a göre şartlı öğrenme  düşüncelerin ilişkilendirilmesine değil, uyaranların ilişkilendirilmesine dayanır. 
Bir kere daha tekrar edelim. Eğer bilgi, tutum ve davranışlar düşünce ile ilişkilendirilmeden, nedeni bilinmeden ve sorgulanmadan öğrenilişse ortaya şartlı öğrenme çıkar.
 

-O halde öğrenmenin başında, öğrenmeye olan talebin ve ihtiyacın oluşturulması anahtar nokta. Öğrenciye “neden öğreneyim ki?” sorusunu sorma imkanı verilmeli.

Evet. Şartlanmanın tuzağına düşmemek için bu soruyu sormak önemli. Öğrenme sadece insanlarda değil diğer canlılarda da hayatlarını sürdürme konusundaki kazandıkları sınırlı da olsa  bir beceri. Her canlı türüne öğrenme konusunda harikulade yetenekler ihsan edilmiş.  Tekrar, ceza, ödül gibi  metotlarla hayvanlar öğreticilerin arzuladıkları davranışları göstermeye başlarlar.  
Hayvanlarla insanlar arasında öğrenme konusunda bir ortak payda varsa bu tepkisel öğrenmedir.  Hayvanlarda zihni öğrenme yok. Hayvanlar öğretilen  şeylerin birbiriyle anlamlı ilişkileri üzerinde düşünebilme,  anlamlı ilişkilerden bir sonuca varabilme ve bütünü kavrayabilme ve düşünme  yeteneğine sahip değiller
Çünkü  sadece  hayvan beyni değil daha geniş bir çerçevede insan beyni  şartlanmaya açıktır.  
Tekrar edersek, öğrenme süreçleri sebep-sonuç ilişkileri sorgulanmadan, hatta fark edilmeden kurulmuşsa tepkisel öğrenmenin içinde kalmışız demektir. Halbuki İnsanı robottan ve hayvandan ayıran en önemli özellik   yaptıklarının anlam ve hikmetini bilmesidir.

 -Şartlanmanın tuzağına düştüğümüzü anlayabilmek için basit bir ayıraç yok mu? 

Bildiğimiz her şeyi mümkün olduğunca bilinç düzeyine çıkarabiliyor ve yani “açıklayabiliyor muyuz?      
Tepkisel öğrenmeye “batıl öğrenme” de denir.   Batıl öğrenme denilmesinin sebebi şu: Aldığımız sonuçları yanlış sebeplere bağlamış oluyoruz.    Bizi destekleyen delilleri  arar, hatta onları üretir, ama düşüncelerimizle çelişenleri, farklı olanları  göremeyiz. Bu yüzden bu yönteme esasen “tek doğrulu öğrenme”, yahut da “doğrusal öğrenme” adları da verilir. 

-Şartlı öğrenme her daim zararlı mı?

İnsanı hayvandan ayıran en önemli farkı, mümkün olduğunca davranışlarının şuurunda olmasıdır. Başlangıçta şuuruna vardığımız ve doğru davranış, tutum ve bilgilerin tekrarlayarak oturturuz. Ama ne varki bu davranışlar da temelde şuura dayanır. 
Şartlanma, büyük ölçüde, henüz çevreye müdahele edemeyeceğimiz yaşlarda tamamlanıyor.  Küçük adımlarla uzun sürede sonuçlandığı için fark edemiyoruz.  Bilgi, beceri ve davranışlarımızı devamlı tekrarla ve genellikle fark etmeden öğreniriz. 
Diğer duygu ve beceriler yetenekler gibi tepkisel davranışların ihtiyaç olduğu bir çok alan vardır.   Başlangıçta şuuruna vararak öğrendiğimiz davranışları zamanla tekrarlayarak pekiştiririz. Örneğin başlangıçta şöförlüğü nazari  öğrensek de sürekli kullandıkça  davranış haline getirebiliriz. Ustalığa ve mesleğe ait bir çok davranışlar böyledir. Yüzmede, yürümede ve hemen her davranışta, tepkisel davranışların yeri vardır.      

-Şartlı öğrenmenin  diğer öğrenme çabalarımıza ne gibi  zararları var?

Tekrar edersek; tekrarlayarak pekiştirdiğimiz davranışlar  şuurlu bir temele dayanmıyor ve  amaçlı bir hedefi yoksa,  ortaya  batıl öğrenme çıkar. Genel olarak yanlış bildiğimiz bir şeyin doğrusunu öğrenmek, hiç bilmediğimiz bir şeyi öğrenmekten daha zor gelir.   Çünkü yeni bir bilgiyi öğrenebilmemiz için öncelikle eskisinden kurtulmamız, bunun  için ise eski bilgilerimizi sorgulayabilmemiz gerekir. Oysa şartlanmayla elde ettiğimiz bilgileri aradan uzun süre geçmişse sorgulayamayız. Zaten şartlı öğrenme esasen sorgulamaya (tahkik ve araştırma) dayanmayan kaynağına güvene dayanan öğrenme türüdür. 
Şartlı öğrenme ile elde edilen zihin şekillendiği için  bilgilerin  yanlışlığına veya değişmesi gerektiğine inandırılmamız zordur. Sonuçta bir çok amaçlanmayan ” yan ürünler” böyle bir öğrenme türünün ürünüdür.   Örneğin ön yargılarla hareket eden düşünmeden  hareket eden davranışlar ortaya çıkmaya başlar. 

-Şartlanma tuzağına düşmemek için öğrendiklerimizi nasıl test edebiliriz? 

Önce bilginin ne olduğunu ve mertebelerini anlamakla işe başlamalıyız. 

-Bilgi ve eğitimin tanımı basit değil mi?

Eğitim ve bilgi tanım olarak   basit görünse de çok karmaşıktır ve bir çok boyutu var.   İyice tarifi ve anlaşılması lazım. Bilginin dört seviyesi olduğunu söyleyebiliriz. Bilginin birinci ve en basit düzeyi bilgilenme yada malumat düzeyi diyelim.  Bu  seviyedeki bilgiye/malumata nedir sorusu ile ulaşabiliriz.    Bir şeyin ne olduğunu açıklamaktan ibarettir. Bu seviyede, muhakeme ve  akıl yürütme gerekmez.  Tek bir cevapla da sonuca ulaşabiliriz. Açıklama ve sorgulama gerektirmeyen bilginin bu seviyesinin tepkisel olduğunu farkedebiliriz. Bilgi daha ileri düzeye geçmiyor ve bu düzeyde kalırsa ortaya şartlanmaya dayalı öğrenme çıkar. 
Bilginin ikinci düzeyi “anlama”dır.  Anlamaya başladığınızda, tepkisellikten yavaş yavaş kurtuluyorsunuz. Niçin sorusunun cevabı   tek değildir genelde. Dolayısıyla nedeni sorgulanarak  öğrenimde öğrenci tek doğrulu bakış açısına sahip olmaktan kurtulamaz. Bununla birlikte  "niçin" sorusunun cevabı ile elde edilenler "nedir" sorusunun karşılığı olan "malumata" göre daha üst düzeyde olsa da, yine de "gerçek bilgi" değildir. Çünkü hâlâ "tepki" vermeye yöneliktir. 

-O halde,  malumat değil,  gerçek/bilimsel bilgi  asıl olmalı

Bilgiyi kullanabilme seviyesine yani "beceri düzeyi"ne çıkmamız gerekiyor.  "Beceri", bilmenin üçüncü seviyesini, yani "yapabilmeyi" temsil eder ve "nasıl" sorusuna karşılık gelir genelde. İlk iki düzey (malumat düzeyi ve anlama düzeyi) daha kısa sürede ve birisini dinlemek veya kitap okumak gibi pasif bir katılımla kazanılabilir. Öte yandan "yapabiliyor", yani bilgiyi kullanıyor olabilmek için, uygulama da içeren uzun vadeli ve sürekli bir çaba içine girmemiz gerekir.
 Bilginin son bir düzeyi daha vardır:  “Yansıtma”   İcatlar ve üretimler  bu seviyedeki bilginin ürünleridir. 
Öğrenciyi sınavlarla zorlayarak ve korkutarak  birtakım bilgi zannettiği “malumatı” kavrayabilir ve sorduğunuz zaman da karşılığını verebilir. Ancak ,  öğrenci   kendi içinden, kendi iç özgürlüğünden kaynaklanan bir çıkışla, edinilmiş bir öğrenmeye ulaşamadığından,  öğrenme,  kimliğinin bir parçası haline gelmeyecek, yani yaşama dönüşmeyecektir. Zihinde bir yama gibi kalan  o bilgi   büyük bir ihtimalle  çok kısa bir süre sonra     hafızadan uçup gidecektir.  Sınıf geçilmiş, sınavlar verilmiş  olsa da…
Eğer ülkemizde eğitimi eğitir hale getirmek  istiyorsak elbetteki işe   eğitim ve bilginin yeni ve doğru tanımlarını yaparak  başlamalıyız.   Öncelikle  bilginin,  cansız ve ölü olmadığının, ondan    hayat fışkırdığını ve  ona ulaşmanın, erişmenin; bilginin kendisini açmasının, sunmasının şartları  olduğunun farkına varmalıyız. 

-Enformasyon ve  malumat üzerine eğitimin    bizi tepkisel bir toplum haline getirdiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir miyiz? 

Hiç düşünmeden, sonuçlarını beklemeden, sorgulamadan, analiz etmeden hüküm veriyoruz. Dolduruluşa çabuk geliyoruz. Çoğunlukla dürtülerle tepkisel davranışlar sergiliyoruz.   Öfkesini kontrol edebilen davranışlarının uzak neticelerinin görmeden hareket eden kişilik yapısı hep bu şartlı öğrenmenin çemberinden geçmiş insanımızın kaderi oldu. 

-Ülkemiz üzerine oyunlar  genelde insanımızın tepkiselliği üzerine kurgulanıyor.    

Yaşamın önümüzde getirdiği çeşitli değişkenliklere göre kendimizi ve direksiyonunu ayarlamaya öğrenme diyoruz.  Direksiyonu belli bir yöne sabitlenmiş bir otomobil   yol düzgünken çok güzel  çok süratli gidebilir. Ama ufak bir dönemeçte   karşı tarafa çarpacaktır.     
Direksiyonu kilitlenmiş  bir araç nasıl ki yolun bazı yerlerinde doğru gidiyormuş gibi  olursa da sık sık etrafla çatışırsa, ezberle merakı sönmüş  doğruların tekliğine inanmış bir kişi de sürekli olarak kendi gibi düşünmeyenlerle çatışmak durumunda kalır.     
Toplum   senden yana ve bana karşı kesimler haline bölünebiliyor.  Keskin mi keskin karşı oluplar oluşturabiliyor.  Dikkat edelim. Tek doğrululuğun ileri derecesi  marazi bir kimlik, "hadi aslanım, al eline şu bombayı. Vatan millet adına bombala şu gazeteyi ya da şu şahsı ortadan kaldır” emrini tereddütsüz yerine getirebilir hale gelebilir.   
Malumat böyledir.   Bilgiyi kullanmayı üretmeyi öğrenmezseniz; muhakeme ve düşünmeyi geliştirme üzerine eğitim  ortamı yoksa ;  bu ortamda “uzlaşmaz” ve “ tek doğrulu” fanatikler her kesimde egemen hale gelir. 

-Eğitim dünyamız neredeyse, makinelerle değerlendiren cevabı belli soruları test denilen mekanik bilgilerin yüklenmesinden ibaret hale geldiğini görüyoruz. Bu süreç, öğrencinin problem çözme ve teknolojiyi kullanma becerisine bir şey katmadığı belli. Peki yetkililerde de aydınlarda  bu marazi yapıya karşı niçin ses yok?   

Bu sessizlik ve çözümsüzlük eğitimdeki yanılgılarımızın ve uyutulmamızın hangi boyuta ulaştığını göstermesi ve işgal altında kaldığının bir göstergesi olması bakımından ilgi çekici  ve üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir konu. Çünkü sonu “dir”, “dır” ile biten, hazır bilgilerin sunulduğu ve sınav denilen faaliyetlerle yüklenilen bilgilerin geri istenildiği bu uygulama, eğitim ve gelişme adına öğrenciye bir şey kazandırmamaktadır. Bu gerçeği farketmedikçe de eğitimde bir adım ileri gitmemiz mümkün olmayacaktır.  

-Öğrencilerimizdeki “Ne söyleniyorsa onu yap, icat çıkarma...! ve “sorma, düşünme, itaat et!” gibi anlayışları  benimsemesinin kaynağı şartlanmaya dayalı yapı mı?

Teste ve bilgileri ezberlemeye dayalı eğitimler, nesillerin üretme oluşturma kabiliyetini yok ettiğini, onları lider değil, tabi hale getirdiğini artık görmeliyiz. 

-Bu hali ile ile derin güçlerin hakimiyeti ve dışarıya bağlı kalmanın yolları da kolayca açılmaktadır ülkemizde.

 Böyle bir eğitim yapısının vahim sonuçları var. Sonuçlara bakarak hüküm vermek daha doğru. Ağacın değeri meyvesi ile ölçülür. Şöyle bir düşünelim dışarıdan, batıdan gelen empozeleri bir vahiy gibi algılıyoruz.  Kendimize güven duygusunun kaybolmasının sebebi de bu. Öğrenilmiş çaresizlik, biz çözemeyiz beceremeyiz duygusunun içimizde  kanser gibi yer etmesi ile sonuçlanıyor. Bu yüzden hep referanslarımız batılı düzeyde kalmaktadır.   
 Okullar, çocuklar, öğrenim sürecinde kendilerine öğretilenleri sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer ‘bilgi' olarak elde etmelerinin önü sürekli kesilirse artık o topluma her şeyi dayatmanız mümkün olabilir. Çocuklar, öğrenim sürecinde kendilerine öğretilenleri sorgulanmaya, düzeltilmeye ve derinleştirilmeye açık birer ‘bilgi' olarak elde etmelerinin önü sürekli kesilir.

- Eğitim ve okullar çağımızda bir “köleleştirme vasıtası” ise argümanlar ve araçlar konusuna tekrar dönelim    

Bilgininin sınavlar ve testler yolu ile bu denli tekrarlanması ve önemsenmesi onu adeta kutsallaştırmaktadır. Bu davranışın gençlerin kişiliği üzerinde bıraktığı tek şey, üzerinde düşünülmeden ezbere tekrarlanan basma-kalıp yargılar ve sloganlar olmaktadır. Böyle olunca da gençlerimiz zihnen formatlanmanın yolu açılmaktadır. Yani özgür iradeli insan olmalarının önü kesilmektedir. Ne kadar ‘çağdaşlık', ‘akılcılık' ve ‘aydınlanmacılık' nakaratlarından bulunursak bulunalım bu tarz eğitim skolâstik bir zihniyetin beslenip büyümesine yol açmaktadır. 

-Zihnen formatlandığımızı ispatlayan somut göstergeler neler, gerçekten söylediklerinizin doğru olduğuna nasıl inanacağız? 

Gençlerimizi sınırlı kavramlara ait değer yargılarının kurbanı haline gelmesi, hayatı ve olayları at gözlüğü ile (neredeyse açısız) seyretmeye başlaması tüm bunların açık birer göstergesi. İnsanımıza alıştırıldığından ve öğretildiğinden farklı bir söz veya düşünceyi söyleyince kişiliklerine saldırılmışçasına şiddetli ve otomatik tepkiler vermelerini neye bağlayabiliriz ki? Kutuplanma olgusu insanımızın en zayıf yanının teşkil etmektedir ve bu durum tamamen alınan eğitimin bir sonucu olarak teşekkül etmektedir. İnsanımızın zihin alt yapısı bu olunca medyayı eline geçiren   güçler, medya yoluyla sürekli kutuplanma ve ihtilaf duyguları kışkırtılmaktadır. Sürekli ümitsizlik havası oluşturmaya çalışılmakta ve bu uyutulma-ümitsizlik içinde yaşama süreci pekiştirilmektedir. Bunu bir kısım medyanın haberleri veriliş tarzından bile anlayabilirsiniz. 

- Nasıl kurtulacağız bu girdaptan? 

Öncelikle, eğitim ve okulları “şartlanma ve zihin törpüleme merkezleri” olmaktan kurtaracağız.   Bir kampanya yapalım.    Kampanyada en büyük “düşman” olarak malumatı ve sınavla  “şartlanmaya dayalı eğitimi” görelim. Sorgulamadan, konuyu anlamadan-kavramadan eğitimin  (bilgi odaklı eğitim)   aslında “zihinsel yok olma” olduğunu da vurgulayalım. Bu kadar çok olumsuzluğu bir kalemde üretebilen bir başka “temel bela” olmadığını anlatmaya  ve anlamaya çalışalım.  

-Peki malumatı nasıl faydalı hale getirebiliriz?

Bilgi iki yönü keskin bıçak gibi.  Malumata karşı bizim   katkıda bulunmamız,  eleştirel bir gözle bakmamız, irdelememiz, sorgulamamız lazım. Yani yeni ve bize yakışan değerlerimizle örtüşen şekilde sınıflamamız gerekir. Yoksa malumat kopyacılığı, yani Avrupa’da bir kitap yazılıyor, hemen getirip alıyorsunuz. Sizin  hayatınıza  uyup uymadığı, sizin dilinize, sizin düşünme mantığınıza, sizin geçmişinize yakışıp yakışmadığını bilmiyorsunuz. "Ne var canım, globalleşiyoruz". Globalleşme sözü bu açıdan çok tehlikeli bir şey. Zaten dikkat ediniz bizi   globalleşme diyerek uyutuyorlar. Gidin YÖK’e, MEB’e en çok da oralarda çok duyarsınız. Onun için milli olanı, memlekete faydalı olanı   üretemiyorsunuz.       

-Dünya köy oldu diyerek kandıranların amacı bu mu?

Dünya köy oluyor, evet ama muhtarı da bu dünyayı yönetenler olmamalı. Halbuki  ben böyle bir köyde yaşamak istemiyorum. Çünkü  ben kendi farklılığımla yaşamak istiyorum. Kendi zenginliğimle hayatta kalmak  istiyorum.  Böyle  dediğinizde hayat hakkınız yok.  Kendi teknolojimi üretmek istiyorum. Kopya teknolojiden kurtulmak istiyorum dediğinizde bertaraf ediliyorsunuz. 
Çünkü ben aldığım teknoloji ile   kaybolacaksam, kimliksiz hale geleceksem,  yüzümü varlığımı yitireceksem, o zaman bu  süçgeçten geçmemiş kimlik kazanmamış bilginin  bir anlamı var mı?

- Yani teknoloji beni kullanmayacak, ben onu kullanacağım.    

Ben edilgen ve nesne biri olarak değil  etkin biri olarak kalabilirim. Bilmediğim bir şeyse de benim oradaki etkinliğim, bilmediğim şey karşısında soru sorabilirim. "Bu yeni bilgi acaba benim şu andaki hayatımı nasıl etkileyecek? Ben bu bilgiyi nasıl dönüştürebilirim, nasıl içselleştirebilirim, nasıl yorumlayabilirim?" 

Dolayısıyla katkıda bulunarak, tartışarak, eleştirerek bilgilenme   anlamlıdır. Yoksa edilgin alıcılar olarak işe koyulduğumuzda, bu tamamen bizim merakımızı ve kültürel zenginliğimizi yok edecek bir şey. 

-Zenginliğimizin yok olması demek   dünya adına da kötü bir şey değil mi?

Ülke bilgi ve kültür istilası altında; bilim ateist formla geliyor. Ders kitaplarına giriyor. Biz   kendi kültürümüzü oluşturak; kendi medeniyetimizi  kurarak bu istilalara karşı durabiliriz. O halde eğitim bir bilgi meselesi olmaktan çıkacak medeniyet ve kültür meselesi halini alacak.

-Konuyu toparlamak adına   söylersek;   bugün adına eğitim kurumları dediğimiz müesseseler, aynı tip üründen milyonlarca üretmek gayesiyle kurulmuş bir fabrikadan farksız halde çalışıyor.  Çözüme nereden başlayacağız?

Mevcut Millî Eğitim’in felsefesi , insanların kendi başlarına bir şey öğrenemeyecekleri, eğer kendi başlarına öğrenmeye başlarlarsa, “zararlı” şeyler haline gelecekleri yaklaşımını fark edebiliriz.  ‘İstendik’ değil de ‘istenen’ yani öğrenim sürecinin aktörü olan öğrencinin (hatta velinin ve öğretmenin) bile, ne öğreneceği ve nasıl öğreneceği konusunda   tercih ve istek şansı yoktur. Öğrencilerin istedikleri, yani kendi mizacına;  stil ve profiline uygun ve gerekli olan bilgi, beceri ve davranışların devlet tarafından belirlenmesi gerektiği, belirlenen müfredat çerçevesince verilmesi gerektiğinde tam bir fikir birliği görüyoruz, öyleki bunu sorgulayamazsınız bile! 

-Peki bunda ne zarar var? Devletin müfredat belirlemesinden daha doğal ne olabilir?

Bu anlayış eğitim ve psikoloji gerçeklerini bilmediğimizi gösterir.  “Onu öyle değil böyle yap!”  anlayışıdır.  İnsanlar özgür olarak yaratılmış ve insan merakı ve öğrenme isteğinin en hassas olduğu nokta  müdaheledir. Müdahele dehayı daha işin başında öldürmektedir.  İnsanları çözüm üretemeyen, başkalarının kurtarıcılığına muhtaç hale getirmektir.  İşte bu sebeple    eğitim,  adıyla özdeş hale gelmekte; yani  bir eğip bükme, istenen şekile sokmaktan ibaret bir işleme dönüşmektedir. 

-Pedogoji ve eğitim gerçekleri  bu konuda ne diyor?

Pedagoji ve eğitim gerçekleri; çocukların kendi başlarının çarelerine bakmasını öğrenmesi için onların işine karışmamak lazım geldiğini söylüyor; onlara hükmetmediğimiz takdirde kendilerini idare etmeyi öğrenebileceklerini gösteriyor. Dahası onları zorlamadığımız takdirde kendilerini bulacaklarını anlatır. 
Mevcut eğitim zora dayanan yani insanların kendi başına bir şey öğrenemeyeceği varsayımı üzerine kurulmuştur. Belleğe bilgi yığmaya dayanan bu yöntemle—adına ister ezber deyin isterse bilgi odaklı öğretme merkezli eğitim deyin ya da başka bir ad verin fark etmez—  insanlar istemediği, alıcı konuma çıkmadığı sürece, eğitime adına yapılanlar  dehaya  müdaheledir, benimsetme ve şartlanma kültürüdür,  dayatmadır.

-O halde nasıl bir eğitim?

Düşünün ki siz  kendinizi tanımıyorsunuz ve  bir öğrenme mekanizması ile donatıldığınızı farkında değilsiniz.   Beynin nasıl öğrendiğinin bilmiyorsunuz. Bilgi ve eğitimin ne anlama geldiğinin şuuruna varmamışsınız. Eğitimi  kafa boş kutu habire bilgi yığma olarak uyguluyorsanız o eğitimden doğru bir netice alabilir misiniz?

Eğer insana ve onu hayvanlardan farklı yaratan Allaha saygı duyuyorsak Onun bize bahşettiği en değerli özelliklerimizi, merakı ve öğrenme gücünü harekete geçirecek bir eğitim modeli hayata geçirmekle işe başlayalım.  Tahkik ve araştırmayı; sorgulama ve merakı eğitimin bir numaralı hedefi haline getirelim.

Asıl olan, öğreticinin değil öğrencinin kontrolü altında eğitim yapılmasıdır. Önemli olan öğrendiğimiz şeyleri sorgulayabilmektir.  Hayattaki her etkinlikte, önemli, can alıcı soruları sorabiliyor musun?  Televizyon izler gibi ders işlemekten niçin verim alamıyorsun?   Çünkü; bir konuyu araştırmaya başlarsın, yenilikler bulmaya çabalarsın, bunu yaparken eksikliklerini öğrenirsin. Gerçek öğrenme budur.