Her deprem sonrasında uzman olarak nitelenen ve çoğu da sahiden öyle olan ya da diploması nedeniyle bazıları öyle görünen kişilerden gözlere, kulaklara ve idraklere boca edilen birçok bilgiye maruz kalırız.

İlk bakışta depremi yaşayanlar veya deprem riski taşıyan bölgelerde oturanlar açısından değerli görülen bu bilgiler, toplumda yaygınlaştıkça malumatlara dönüşerek artık yayılması veya yaygınlığı önlenemez, dizginlenemez bir şekilde popülerleşir. Bu sayede herkesin bir görüşü oluşmaya başlar ve örneğin mikrobiyoloji bir salgına maruz kalan toplumlarda ancak sınırlı sayıdaki kişilerin işi/ilgisi olmaktan çıkıp, nasıl herkesin ortak malumatı haline gelirse, yapı, mimari ve şehir konuları da deprem nedeniyle herkesin ortak malumatı haline gelir.

Burada ilgili bilgilerin “herkesleşme”sine bir itirazımız yoktur. İtirazımız onun toplum tarafından malumat yığınına çevrilerek, deprem anındaki tecrübelerin ve sonrasında yapılacak faydalı işlerin her kafadan çıkacak bir ses yüzünden değersizleşmesi, eleştirilmesi ve giderek bir çatışmaya dönüştürülmesidir.

Bunlara, deprem hakkında konuşuyormuş gibi görünerek, kendi bilim putçuluğunu halka dayatmaya kalkışan ve bunun bir sonucu olarak Sünnetullah, kader ve kaza inancını sarmaya, hatta bu inanışa sahip olanları açıkça tahkir etmeye kalkışan papyonlu paçozların üretmek istedikleri kötülüğü de eklersek bizim itirazımızın asıl nedeni daha da anlaşılır olacaktır.

Böylesi bir ortamda mezkur olumsuz eğilimler ile deprem, yapı, mimari ve şehir konusu nasıl konuşulabilir?

Mimariden ne anlaşılması gerektiğini öne alıp, sözü Heinrich Wölfflin’e vererek, sonra kendi görüş ve görüş yorumlarımızı iletelim inşallah:

“Maddenin ağırlığı vardır; aşağıya ittiği gibi, yerde biçimsizce yayılmak da ister. Ağırlığın gücünü kendi bedenimizden biliriz. Bizi dik tutan ya da çuval gibi çöküvermemizi engelleyen nedir? Buna ister istenç, ister yaşam ya da başka bir ad verelim, ne dersek diyelim, tepkide bulunan bir güçtür bu. Ben bu güce biçimlendirme gücü demeyi tercih ediyorum. Mimarlığın temel nesnesi, bütün organik dünyayı harekete geçiren madde ile biçimlendirme gücü arasındaki karşıtlıktır. Estetik algı bedenimizin en mahrem deneyimini cansız doğaya aktarır. Her nesneye, biçimsel bir niteliğe kavuşmaya çaba gösteren ve biçimden yoksun maddenin direncini aşması gereken bir istenç atfederiz. Bu bilgi sayesinde hem formel estetiği canlı ilkelerle tamamlamış oluyoruz, hem de mimari izlenimin (…) zengin bir içeriğe sahip olduğunu tanıtlamada belirleyici adımı atmış bulunuyoruz. (…)

Yere doğru yönelmek isteyen ağırlığa boyun eğendir, katılıkları sayesinde bu istence karşı gelenler de taşıyıcılardır. (…)

Kısaca tekrar etmek gerekirse: Ağırlık bedenimizin deneyiminden kaynaklanıyorsa, yani bedenimiz olmadan var olamıyorsa, ağırlığa karşı koyan her ne ise o da insan temelli, yani organik bir benzeşim yoluyla tasarlanır. Dolayısıyla, formel estetik tarafından güzel biçimi belirlemek için bütün söylenenlerin organik yaşamın koşullarını ortaya koymaktan başka bir şey olmadığını öne sürebilirim. Biçimlendirme gücünü yalnızca ağırlığa karşı koyan, düşeyde etkiyen bir güç olarak değil de, yaşamı yaratan bir şey, yani doğa bilimlerinin hiç hoş karşılamadığı bir terimi kullanmak gerekirse, bir vis plastica (biçimlendirici kuvvet) olarak düşünmek gerekir. (…)

Bütün bu söylenenlerden sonra, biçimin dışsal bir öğe olarak maddenin üzerine geçirilen bir şey olmadığı, tersine maddenin içinde içkin bir istenç olarak etkin olduğu konusunda herhangi bir şüphe kalmamış olmalıdır; madde ve biçim birbirinden ayrılamaz. Her maddenin içinde, biçimselliğe yönelse de buna her zaman tam olarak ulaşamayan bir istenç yaşar. Gelgelelim, maddeyi kayıtsız şartsız düşman olarak tasarlamamak da gerekir; dahası asıl imgelenemeyecek olan şey maddesiz bir biçimdir; fiziksel varlığımızın imgesini örnek sayıp bütün fenomenleri buna göre yargılarız. Madde sadece yaşama ters düşen ağırlık olarak hissedildiğinde kötü ilkedir. Ağırlık, hep yaşamsal güçlerin azalmasına yol açar. Kan akışı yavaşlar, nefes düzensizleşir ve zorlaşır, beden kendini ayakta tutamayıp çöker. Dengesizlik durumunun hâkim olduğu, ağırlığın bizi ezdiği anlardır bunlar: ‘Üzerime bir ağırlık çöktü’, ‘ortama ağır bir hava hâkimdi’ vb. deyimler bunu anlatır. (…) Belli ki bu, bir biçim yokluğu halidir. Canlı olan her şey, bu biçim yokluğu halinden kurtulmaya ve doğal bir davranış olarak düzenliliğe ve dengeye ulaşmaya çalışır.” (Mimarlık Psikolojisine Öndeyişler)