Geçmişte her güçlü partiye ve iktidara gelen her hükümete destek veren “Gülen Hareketi” AK Parti iktidarında da aynı konsepti ustaca yürütmüştür. “Gülen cemaati”, bu süreç içinde hükümetin güvenini kazanarak, sağladığı bürokratik avantajlarla devlet içinde ayrı bir yapılanmaya gitmiştir. F. Gülen ve müntesiplerinden oluşan “Hizmet Hareketi/Cemaati”, uzun yıllar AK Parti hükümetine ve Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan’a destek vermiştir. Cemaat-Devlet/hükümet arasındaki iyi ilişkiler, ilk kez 17/25 Aralık 2013 tarihinde bu yapıya yakın savcı ve hâkimlerin desteği ile dört Bakana yönelik “Rüşvet Operasyonları” ile açıkça sarsılmaya başladı. Devlet içinde oluşturulan siyasî/adlî/askerî güç ve imkânların hükümete karşı kullanılması ile bu yapının art niyetli olduğu anlaşılmış ve o tarihten itibaren malum yapıya Paralel Devlet Yapılanması (PDY) denilmiştir.

Bunun üzerine hükümetin, bu yapıya ait dershaneleri ve(ya) basın/yayın organlarını kapatma gibi girişimleri, Cemaat-Devlet/hükümet arasındaki ilişkilerin bütünüyle bitmesine ve hatta düşmanlığa dönüşmesine sebebiyet vermiştir. Buna karşılık olarak malum yapının iç ve dış güçlerin desteği ile 15 Temmuz 2016 tarihinde meşru bir hükümete karşı bir askerî darbe teşebbüsünde bulunmuş olması, bozulmuş olan hükümet-cemaat ilişkisinin nerelere kadar tırmanabileceğini göstermesi bakımından düşündürücüdür. Anti demokratik yollara başvurması ve darbe teşebbüsünde bulunması ile bu yapı, şiddete başvuran bir terör örgütüne dönüşmüş ve FETÖ ismini hak etmiştir.

Şunu baştan altını çizerek belirtmek isterim: Demokratik teamül ve kaidelere uygun olarak halkın tercihi ile iktidara gelmiş sivil bir hükümete yönelik her türlü darbe teşebbüsü gayri-meşru ve kim tarafından plânlanmış, organize edilmiş ve uygulanmış olursa olsun lanetlenmesi gereken bir olaydır. “Yurtta Sulh Konseyi” gibi Kemalist söylemlerle alenî bir şekilde ortaya çıkmalarına rağmen darbecilerin ağırlıklı olarak (Kemalist/leştirilmiş) FETÖ’cülerden oluştuğuna dair istihbaratî bilgiler karşısında hükümetin darbecilere ve bunlara her türlü lojistik/fikrî destek verenlere karşı bütün yurt çapında OHAL ilan etmesi, FETÖ ile mücadelede yerinde bir tedbir idi.

OHAL’ın ilan edilmesiyle Türkiye’de yeni bir dönem başlamış fakat FETÖ ile mücadelede sadece darbeye katılanlar ve buna destek verenler değil safiyane niyetlerle cemaatin devletçe onaylanmış etkinliklerine katılanlar da bu yapı ile iltisaklı ve dolayısıyla şüpheli olarak damgalanarak, KHK’lerle değişik boyutlarda cezalandırılmıştır.

FETÖ İle Mücadelede Adalet İlkesi Korunmuş Mudur?

FETÖ gibi bir yapıyla mücadelede temelde üç farklı yaklaşım ortaya konulabilir: Tefrit, İfrat; İtidal. Tefrit, ifratın zıddıdır ve hukukî yöntem olarak ikisi de yanlıştır. Dün, malum “cemaat”e yönelik olarak tedbir adına yıllarca hiçbir şey yapmayarak, devletimiz ve hükümetlerimiz, ne kadar pasif bir tutum yani tefrite varan bir sessizlik sergiledi ise, darbe teşebbüsü sonrası OHAL uygulayarak, darbe ile hiç ilgisi olmayan masum vatandaşlara varıncaya kadar özellikle memur ve akademisyenleri kamusal alandan uzaklaştırmak ve toplumsal yönüyle onları dışlamak da aşırı bir tedbir (ifrat) yöntemidir. Hukukta ifrat ise, adaletten sapmadır.

“Bir şey ki haddini aşar, zıddına münkalip olur (dönüşür)” denilmiştir. Hukukta tefrit, ifrata, daha sonra ifrat da tefrite dönüşürse hukuk sistemine (hukuk devletine) karşı güven azalır. Halbuki hukukta itidal, adalete ve istikamete yaraşan ölçülü ve yerinde bir tedbirdir. Devleti tehdit eden bir yapıyla mücadele edilirken bile adaleti esas alan itidalden ayrılmamak gerekirdi.

Bu bağlamda FETÖ ile mücadelede yapılan en önemli hata, darbecilerin yanında darbe ve şiddetten yana tavır almamış cemaat sempatizanlarının geçmişleri araştırılarak, OHAL ve KHK uygulamalarıyla “Kanunsuz Suç ve Ceza Olmaz” ilkesinin açıkça ihlal edilmesidir. Bu bağlamda T.C. Anayasası’nın 38. maddesinde; “Kimse, İşlendiği Zaman Yürürlükte Bulunan Kanunun Suç Saymadığı Bir Fiilden Dolayı Cezalandırılamaz; Kimseye Suçu İşlediği Zaman Kanunda O Suç İçin Konulmuş Olan Cezadan Daha Ağır Bir Ceza Verilemez.” hükmüne rağmen mesela zamanında çocuğunu cemaate ait bir okula vermiş olanlar veya örgütle ilişkisi olduğu sonradan anlaşılan bankada hesabı olanlar değişik mağduriyetler yaşamıştır.

Nitekim Yargıtay 16. Ceza Dairesi, FETÖ'nün 15 Temmuz darbe girişiminin ardından açılan Türkiye genelindeki tüm davaların temyiz incelemesi yaparken, bu bilinçli veya bilinçsiz olarak hizmet ettirilen, dinî duygularla istismar edilen kesimi, 7 katlı örgüt yapılanması içinde birinci ve ikinci kata (Halk ve Sadık Tabaka) dâhil etmiş ve bu kesime girenlerin hiçbir surette cezaî sorumluluk taşımadığını teyit etmiştir. İlgili haber için tıklayız...

FETÖ İle Mücadele Edilirken Mağduriyetlerin Oluşmaması/Giderilmesi İçin Neler Yapılmalıydı/Yapılabilir?

15 Temmuz darbe teşebbüsünün faillerinin ve yardımcılarının ceza almaları ne kadar yerinde ise darbe ile hiç ilişkisi olmayanların ve/fakat zamanında meşru görülen cemaat faaliyetlerine katılmalarından ötürü KHK sebebiyle cezaya çarptırılmaları da hukuken o kadar yanlış idi. İki yıllık OHAL sürecinde 100 binlerce kamu görevlisi, akademisyen, memur ve polis sorgusuz sualsiz olarak vazifelerinden ihraç edilmiş, 200 bine yakın insan gözaltına alınmış, 70 bin şüpheli ise tutuklanmıştır. 100 binlerce aile ferdi işsiz kalan KHK mağdurlarıyla birlikte sadece maddî yönden sıkıntılar çekmemiş, toplumsal boyutuyla da dışlanmıştır. Cumhuriyet tarihinde pek ender görülen toplumsal parçalanmaların yanında Müslümanlar arasında kutuplaşmalar meydana gelmiştir.

Bir hukuk devleti, terör örgütleriyle ve özellikle terör örgütüne dönüşmüş bir “dinî” hareket/cemaat ile mücadele ederken, İslâm tarihinden de dersler çıkartarak, toplumsal barışı sarsıntıya uğratmayacak ve yeni psiko-sosyal dramların ortaya çıkmasına müsaade etmeyecek bir şekilde hukukun üstünlüğünü korumak ve ivedilikle adaletsizlikleri gidermek zorundadır. Bu doğrultuda güven ortamının ve sosyal barışın yeniden tesisine yönelik olarak devletçe/hükümetçe yapılması gerekenler şunlardır:

Suçun şahsiliği ilkesine rağmen KHK mağdurları yakınlarının, ikincil hatta üçüncül uygulamalarla yine suç işlememiş kişilerin ihracı, gözaltına alınması veya cezalandırılmasından acilen vazgeçilmelidir. Hükümet, bu gibi hukuk dışı uygulamalardan ötürü özür dilemeli ve maddî/manevî tazminatlarla mağdurların gönüllerini yeniden kazanıp durumlarını acilen düzeltmelidir.

Kovuşturması olmayan, soruşturmalardan aklanan, silahlı terör örgütü üyeliği davasından takipsizlik ve(ya) beraat kararı alanlar, kısacası kamu hizmetlerinden haksız yere men edilmiş (1. ve 2. kesime giren) bütün KHK mağdurları, kanunî bir düzenleme ile derhal işlerine dönebilmeli ve maddî/manevî kayıpları telafi edilmelidir.

Kanunların da uygun gördüğü biçimde özellikle hamile, bebekli ve hasta olan KHK’liler tutuksuz yargılanmalıdır.

Dinî yönden sapkın olarak görülen bir cemaat/tarikat ile mücadelede (yeni) mağduriyetlerin yaşanmaması ve yaşanmış olanların ivedilikle giderilmesi için, azamî gayret göstermeliyiz. Adaleti koruma noktasında ihtar mahiyetinde Allah’tan korkmamızı öğütleyen aşağıdaki âyet ile yazı dizimi artık bitiriyorum.

"Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta (üstün) tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa (cemaate) duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun; bu, takvaya daha uygundur. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Maide: 8).

Allah’tan memleketimizde ve diğer Müslüman ülkelerde fitnelerin sona ereceği, sosyal barışın, adaletin hâkim olacağı ve kardeşliğin ümmet bilinci ile yeniden tesis edileceği saadetli dönemleri görmemiz için niyazda bulunuyorum.