İhsan Fazlıoğlu Hocamız, Klasik Düşünce Okulu’nda, her Cuma saat 18:00’de İbnü’l-Heysem’i anlatıyor.

Fazlıoğlu’nu, önceden kararlaştırıldığından iptali mümkün olmayan şahsi programlarım yüzünden bizzat dinleyemediğim için büyük bir üzüntü duyuyorum ve bu üzüntümü malum eksikliğimle birlikte (bizzat dinlemenin keyfini ve bereketini tam veremese de) o sohbetlerin videolarını izleyerek gidermeye çalışıyorum.

Öncelikle Fazlıoğlu, akademik söyleyişle bir bilim felsefecisidir; bu felsefeyi matematik ve fizik esasından olduğu kadar Fıkıh, Kelam, Felsefe, Tarih ve ahlak ilimleriyle, İslami bilimler esasında anlatabilen müstesna bir isimdir.

İbnü’l-Heysem’e gelince.

O, camera obscura’yı (ilk-el fotoğraf makinasını) icad eden isimdir.

Gerçi Fazlıoğlu’nun Klasik Düşünce Okulu’ndaki ilk sohbetinde de vurguyla belirttiği gibi, birinin felsefeci, diğerinin matematikçi olduğu sanılan iki İbnü’l-Heysem var. Bunların çalışmaları nerede bitişiyor, nerede ayrılıyor, diğer bir söyleyişle hangi iş ve nazariyat hangisine aittir tam olarak bilinemiyor.

Bilimsel açıdan olumsuzluk gibi görünen bu durum, tam da zikrettiğim iki esası kendi ilim - bilim anlayışında ve uğraşısında toplayabilen Fazlıoğlu’nun şahsında, harika bir senteze dönüşüyor. İbnü’l-Heysem’i Fazlıoğlu’ndan dinlemek de işte bu bakımdan büyük bir önem taşıyor.

Gerek nazariyat, gerekse fizik planında (her iki ) İbnü’l-Heysem, önce mekân’ın yeni bir anlayışla teşekkülü ile göz, görme ve görü’den hareketle mekâna dair nazar(iyyat)ın mahiyetini keşfetme cihetinden ilk olma şerefini taşıyor.

İbnü’l-Heysem’in bu manada ilk olduğunu söylemek, aslında kendi ferdiyeti itibariyle bir son olduğunu söylemektir. Diğer bir ifadeyle İbnü’l-Heysem, sevabıyla ve hatasıyla birlikte kendisinden öncekiler tarafından oluşturulmuş devasa bir birikimi yeniden yorumlamak, kendi düşünce ve çalışmalarını bunun üzerinden yenileştirerek yükseltmek bakımından seçkinleşiyor.

Fazlıoğlu’nun mezkur sohbetlerini dinleyerek bu hususlardaki bilgilerimizin daha iyi oluşacağını ve farklı yorumlarda bulunma imkanı el edebileceğimizi belirterek, bu bahis vesileyle İslam sanat nazariyatı meselesine bir köprü atmak istiyorum.

İslam’da sanat nazariyatına mahsus müstakil eserlerin yokluğu iddiası, aynı zamanda bir yakınma konusu olarak bidayetinden beri dile getirilmiştir.

Oysa ki, İbnü’l-Heysem başta gelmek üzere, keşfine yeni muktedir olabildiğimiz Müslüman bilim ehlinin, alimlerinin, ariflerinin, şairlerinin ve münevverlerinin İslam sanat nazariyatı konusunda da çok önemli şeyler söylediklerini gördükten sonra anlıyoruz ki, mesele İslam sanat nazariyatının olmayışı değil, olanı derleyebilecek, yeniden değerlendirebilecek bir azmin ve bakışın yokluğudur. Dolayısıyla, elan zikrettiğim yakınmayı bir tür suçlamaya dönüştürerek yaygınlaştırmaya çalışanların koyu cehaletlerine ve yoğun iftiralarına maruz bulunuyoruz.

Bu hususta Ebû Medyen et-Tilimsânî’den bir, İbnü’l-Arabî’den birkaç sözü “nümûne” kabilinden verebiliriz:

İslam sanatlarındaki soyutluk esasını et-Tilimsânî (bkz.: Mahmut Kaya, İslamî Edebiyatta Şaheserler, YEK Yayınları, İstanbul 2018) şöyle çerçeveliyor:

“Bütün güzelliğiyle gözü ve kulağı doyuran varlığın sabit kavramlarını düşünmek sana yeter.

“Var ya sabit kavramlar, varlığın temelidir

Onları kavramaksa bilgenin emelidir

Öteden haber soranlar bunları bilmelidir

Soyut güzellikleri düşün, kâm almaya bak

Gel sen yoğun maddeyi maddeperste bırak”

İbnü’l-Arabî de Fütûhât-ı Mekkiyye’sinde (Ekrem Demirli çevrisiyle) göz, görme ve görü konusunda şunları söylüyor:

“İnsan gözüyle değil, düşüncesiyle bakmakla sorumludur.”

“Bize göre şeyleri görmenin nedeni, –ister yok olsun, ister mevcut olsun– görülen şeyin görme fiilinin kendisine ilişmesini kabul edici olmasıdır. Her mümkün görmeye (görülmeye) yatkındır.”

“Göz, hem hayal hem de duyu gözüyle görmeyi sağlar.”

“Görmek, müşahededen daha yetkindir.”

“Karanlık gözü değil, görmeyi sınırlar.”

“Gören göz için fiil sözden etkindir.”

“....Anlamın incisi gözlere aittir / Bu nedenle Musa ‘görmek’ istedi.”

“Aşırı yakınlık bir perdedir.”

“Göz, bir sureti görebilir.”

“Göz, görme araçlarının en yetkinidir. Görme duyusuyla gerçekleşen bilgi haz alınan bilgiler arasında en büyük hazza sahiptir.”

“Görmek, gözün nurudur.”

“Görme, bir hüküm müdür, yoksa var olan bir mana mıdır? Acaba o görenin gözü müdür, yoksa –onun bir niteliği gibi– başka bir şey midir?

“Görme, yaratılmış bir şeydir, dolayısıyla miktara bağlıdır.”

“Yakîn, görmekten meydana gelir.”

“Görmekten maksat, görülene dair bilgi elde etmektir.”

“Sakın gözlerini dikme gözünün önünde olan dünyaya / Onun bir değeri yok.”

“Her göz sahibinde görme hali eşit olsaydı, âlemde tartışma ve kavga ortaya çıkmazdı.”

“Zatım O’nun mazharı / Dilersen ‘manzarası’ de.”

Örnek maksadıyla, azdan da az olarak naklettiğimiz bu sözler bile, bakmayı bilen gözler için, İslam sanat nazariyatı konusundaki devasa birikim hakkında bir iz oluşturur; İbnü’l-Heysem’den Sezai Karakoç ile İsmet Özel’e uzanan bir çizgide, İslam sanat nazariyatını keşfederek kuşatmak isteyenler için, emiyet içinde yüzebilecekleri bir ummanın açıldığı bunlarla da aşikardır.

Başta Fazlıoğlu Hocamız olmak üzere, o ummanda kulaç atmayı bilenlere selam olsun!