28 Şubat sürecinde gerek parlamento içinde, gerekse parlamento dışında samimî Müslümanlar, baskı altında ikinci sınıf vatandaşı muamelesi görürken, rejime yakın olan “İslâmî” grupların bazı temsilcileri âdeta el üstünde tutulmuştur. Mesela bunların başında hem tasavvufî, hem de siyasî bir hareket olan (Prof. Dr.) Haydar Baş’ın “Bağımsız Türkiye Partisi” ile “Gülen Hareketi” içinde yer alan kişiler geliyordu. Zulme maruz kalmayan “İslâmî” grupların ortak özelliği ise Kemalist düşünceye yakın görüntü vermeleriydi. 

F. Gülen, Atatürk Düşmanlığını Terk Edip Nasıl Atatürkçü Oldu?

F. Gülen, daha evvel Atatürk hakkında sarf ettiği menfi sözlerinden dolayı pişmanlık duymuş ve 1999’da Show TV’de Reha Muhtar ile yaptığı ABD bağlantılı telefonlu bir söyleşide kasetlerde geçen maksadı aşan ifadelerinden dolayı “Atatürk’e karşı söylediğim yakışıksız ne varsa büyük milletten özür dilerim, yanlış yapmışım” dedikten sonra Atatürk’ün askerî ve idarî bir dahî olduğunun altını çizerek, kendisini affettirebilmiştir (23.06.1999; Milliyet; Sabah).

Nitekim sözlerine sadık kalan F. Gülen, Kemalist rejime toz kondurtmadığı gibi hiçbir mecburiyet olmadığı halde yurt dışında “cemaat” adına açılan okullara kamyon dolusu Atatürk büstlerinin gönderilmesini, okullarda Atatürk köşelerinin açılmasını emretmiştir. Söz ve eylemlerinin birbiriyle uyumlu olması ile birlikte, cemaatine mensup kişiler başta olmak üzere birçok Müslümanın Atatürk(çülük)’e karşı ihtiyatlı bakışı, tam da rejimin arzu ettiği bir şekilde olumlu anlamda değişime uğramıştır. “Hizmet hareketi” bu Kemalist yönüyle bir taraftan derin devletin ve ordunun, diğer taraftan da dinî görünümlü yönüyle de iktidara gelmiş olan Ak Parti’nin itimadını kazanmıştı.

Bir dinî görünümlü hareketin lideri olarak F. Gülen, gerçekten Kemalist rejimi içtenlikle savunan, rejime uyumlu olarak hizmet etmek isteyen bir Atatürkçü Hoca mıydı yoksa gerçek yüzünü gizleyerek, ‘devleti/orduyu ele geçirmek’ gayesiyle takiye yapan bir demagog muydu? Atatürk hakkındaki aşırı övücü sözlerin maksadı, takiye yoluyla Kemalistleri mi oyuna getirmekti, yoksa Müslümanları kandırıp onların Kemalistleş(tiril)meşine yönelik bir misyon mu üstlenmekti?

Hakikat şu ki Ak Parti döneminde bile oligarşik bürokraside ve TSK’da tayin ve terfilerde liyakat/ehliyet esaslarına dayalı fırsat eşitliği sağlanamadığı için, dindar vatandaşların önemli bir kesimi dışlanmamak adına Kemalist/Atatürkçü bir görüntü verme ihtiyacı duyuyordu. Bu tuhaf durumu, özellikle 28 Şubat sürecinde bizzat üniversitemde müşahede etmiştim. Hangi dinî cemaatten olursa olsun birçok dindar öğretim üyesi, farz namazlarını dahî (daha sonra kapatılan dekanlık mescidinde) alenî/cemaatle kılmak yerine odalarında gizlice kılıyor, bazıları ise ceketlerine Atatürk rozeti takıyor veya bilimsel çalışmalarını Atatürk’e ithaf ediyordu. Dindarların mürteci olarak kolayca damgalandığı bu dönemdeki ordudaki durum, bundan herhalde farklı değildi.

Kendi aslî hüviyetini ve inancını gizlemek, demokrasinin ve ifade özgürlüğünün olmadığı ülkelere has nahoş bir durumdur. Kemalist rejimin eksikliklerini demokrasi, insan hakları, inanç ve ifade özgürlüğü açısından açıkça eleştirmek ve bunun mücadelesini ilmî/siyasî/sivil yollarla yani şiddet içermeyen meşru demokratik yöntemlerle yapmak yerine takiye yöntemini tercih etmek (zorunda kalmak), demokrasi, sosyal barış ve millet/devlet kaynaşması açısından sağlıklı bir gelişme olmasa gerek.

Mevcut siyasî sistemde takiye yapmak, toplumsal güven ve gelişme bağlamında ne kadar sakıncalı ise dinimiz açısından da tasvip edilmemektedir. Nitekim Peygamberimiz (sav), İslâm âlimlerinden inandıkları gibi hakikati söylemelerini ve oldukları gibi görünmelerini yani takiye yapmamalarını şu hadis-i şerifleriyle işaret etmektedir:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum şey, dili âlim olan münafıktır.” (Müsned, I, 22).

Gerek devlet/ordu, gerekse sivil toplum alanında üst makamlara gelmiş siyasetçilerin/askerlerin/âlimlerin kısacası söz sahibi liderlerin halkı aldatmaları, hakkı gizlemeleri, fitne alametlerindendir. Peygamberimiz (sav), Müslüman toplumlarda bu gibi liderlerin ortaya çıkmasından/çıkacağından dolayı tedirginliği gizlememiştir:

“Ümmetim hakkında en çok korktuğum, saptırıcı (manevî/siyasî/askerî) liderlerdir.” (Darimi, Sünen, 2/219).

T.C. Devletinde kurulduğundan beri olağan hâle gelmiş anti-demokratik laiklik uygulamalarından dolayı hemen herkes, baskı altında olmamak düşüncesiyle belki zaruretin bir gereği olarak kendi öz kimliğini gizleme ihtiyacı duymuştur. Ancak toplumu ayakta tutmakla görevli âlimler, Hak adına her zaman hakikati haykırmakla mesuldür. Bu bağlamda hiçbir âlim, inananlara takiye yapmalarını emredemez. Aksi takdirde vebal altında olur. Kaldı ki takiye yaparak, Kemalist görüntüsüyle ordunun en üst rütbelerine kadar gelebilmiş ‘dindar’ bir asker, yıllar içinde farz olan dinî vazifelerini yapmayıp itikadını ne kadar koruyabilir?

Darbe Teşebbüsü, Kemalist(leştirilen) FETÖ’cülerin İşidir

15 Temmuz darbe teşebbüsünün tek başına FETÖ’cülerin eseri olamayacağı istihbaratçılarımız tarafından da bilinmektedir. Şimdiye kadar başarılı bir şekilde darbe yapan hep Kemalist derin devlet ve onu temsil eden ordunun üst kademesinde bulunan kurmay heyetin ortak girişimi ile olmuştur. T.C. tarihinde ilk kez ordunun içinde yuvalanmış sözde “dinî bir örgüt”ün üyelerine nasıl oldu da böyle bir darbe plânı yaptırılabilmiştir? Hiçbir şuurlu Müslüman, velev ki asker olsun, halkın oylarıyla iktidara gelmiş, dinî özgürlüklerden yana olan ve kamuda başörtüsü yasağını kaldırmış bir hükümeti, askeri bir darbe ile iktidardan uzaklaştırmayı aklının ucundan bile geçirmez.

FETÖ merkezli/görüntülü darbe teşebbüsü, çoktan Kemalist mutasyona uğramış sözde bir “dinî örgüt”e bütünüyle mal edilmeye yönelik başka bir sinsî bir plân olmasın? Bu darbe teşebbüsü, “hizmet hareketi” ile Ak Parti arasında tesis edilmiş siyaset-cemaat ilişkisini bütünüyle bitirdikten sonra diğer İslâmî cemaatlerin etkisini de azaltmak için, derin Kemalistlerin bir plânı olmasın? Nitekim darbeci FETÖ’cüler diye lanse edilen askerlerin “dinci” kimliklerinin ötesinde veya bu kimliklerinden ziyade Atatürkçü kimlikleri üzerinde neden fazla durulmamıştır?

FETÖ İle Mücadele Doğru Yürütüldü Mü?

F. Gülen, en geç darbe teşebbüsüne kadar takiye yöntemlerini gizleyebilmiştir. Melun darbe girişiminin ardından hükümet, devleti koruma refleksi ile OHAL ilan etti. Bunun sonucu olarak F. Gülen, darbe ile bağlantısı olmadığı halde hem kendi müntesiplerinin, hem de diğer cemaatlere bağlı mütedeyyin binlerce Müslümanın mağdur edilmesine sebebiyet vermiştir. Sorumluluğunu üzerine alıp, hür iradesiyle Türkiye’ye gelip hesap vermek yerine ABD’de korunduğu yerden çıkmamaktadır. Halbuki F. Gülen, yıllar öncesi Türkiye’de çoktan idam kalktığı halde “Devlet, idam verse de (Türkiye’ye) geleceğim” (23.06.1999; Milliyet) deme cesaretini gösterebiliyordu. Bu cesareti bugün neden gösteremiyor acaba? Yoksa Türkiye’ye dönmeyerek, perde arkasında üst akıl ile yönetilen gerçek Kemalist darbe plânlayıcılarının korunması söz konusu olmasın? Yoksa bir devlet politikasına dönüşen FETÖ ile mücadele adı altında post modern Kemalistlere 28 Şubat zihniyetine benzeyen bir uygulama alanı açılmış olmasın? Nitekim OHAL sürecinde KHK’lerle darbe ile hiç ilgisi olmayan birçok masum mütedeyyin vatandaşımız, FETÖ ile iltisaklı suçlamasıyla cezalandırıldığı da bir gerçektir. Hakikat şu ki, bu süreçte belirlenen bu tehlikeli gidişatı “At izi it izine karıştı” tespitini yapmak suretiyle Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan da görebilmiştir.

Kısacası FETÖ ile mücadele adı altında gayri ihtiyari olarak masum Müslümanların da zulme uğradığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Bu bağlamda gelecek yazımda FETÖ İle mücadelede yapılan hataları ferasetleriyle ta baştan beri görmüş olan üç önemli İslâm düşünürünün tespit ve uyarılarına yer vereceğim.