Son Osmanlı askerleri 9 Aralık 1917 gecesi Kudüs'ü ağlayarak terk ettiğinden beri İslam Dünyası'nın saadet kapısına kilit vuruldu. Çünkü Kudüs'ün kaybı bütün Müslümanların esareti ve İslam beldelerinin işgali manasına geliyordu. Bunun böyle olduğunu çok geç anladık. Filistinli Müslümanlar da bu gerçeği ancak 14 Mayıs 1948'de fark etti. Siyonistler terör örgütünü devlet diye dünyaya yuttururken, Büyük Felaket Nekbe Filistinlileri uyandırdı. Ama etrafındaki İslam ülkeleri'nin böyle bir dertleri yoktu.
Osmanlı hakimiyetinden kurtulduğunu zannedenler, büyük bir emperyalist düzende piyon olduklarının farkında değillerdi. Çünkü onlara devlet diye verilen topraklar, vatan değildi. Sadece harita üzerinde cetvelle çizilen kağıt parçasıydı. Bağımsızlık sembolü olarak ellerine verilen bayraklar ise ne kadar da birbirine benziyordu. Çünkü Oxfordlu Gertrude Bell böyle münasip görmüştü. Üç şerit, bir üçgen. Renklerini değiştir, olsun sana bayrak. Toprak ve bayrak verildi ama ortada devlet yoktu. Zaten devlet yönetecek adam da yoktu. O halde hanedanlar ve krallar bu sözde ülkeleri yönetmeliydi. Ama onları Osmanlı'dan kurtaran büyüklerinin sözünden çıkmamak şartıyla. Aksi halde hemen bir darbe ile koltuğundan indirilip yerine yedekte tutulan bir başka sadık adam gelmeliydi.
Bir asırdır Ortadoğu adını vererek İslam Aleminden koparılan bu toprakların kaderi, aşiret anlayışı ile yönetilen bu sözde devletlerin gafletiyle sürüp gidiyor. Onlar için Filistin, Kudüs, Mescid-i Aksa, Gazze, sadece birer sembol. Eskiyi hatırlatan, bugün için önemi kalmamış, hatta bazen kendi güvenliğini tehdit eden tehlikeli semboller.
İslam dünyasına vurulan bu pranganın kilidi Kudüs'tür. Lakin anahtarı bizdedir. Ne yazık ki biz de bunun farkında değiliz. 400 sene himaye ettiğimiz, uğrunda canımızı, kanımızı ve himmetimizi feda ettiğimiz kutsal toprakların tapusu ve anahtarı kasamızda duruyor. Bir cesur el uzanıp bu anahtarı kilide soktuğu anda her şey değişecek ve Müslümanlar derin uykudan uyanacak. Kimilerinin tatlı rüyası bozulacak, kimileri de kabustan kurtulacak.
"Bu ümmet uyuyan bir ümmettir, dilediğimizi yapabiliriz." diyen Siyonist zihniyeti cür'eti içine hapsetmek ve kimin uykuda, kimin uyanık olduğunu göstermek için elimize tarihi bir fırsat geçmiş bulunuyor. Gazze soykırımı ve ardından Lübnan katliamı bize bu tarihi misyonu yeniden hatırlatmış, artık boş laflarla hiçbir şeyin çözülmeyeceğini açıkça göstermiştir.
2 EKİM 1187 CUMA
Selahaddin Eyyubi bir şehzade değildi. Babasından ona bir taht miras kalmamıştı. O, Nureddin Zengi'nin emrinde olan amcası kumandan Şirkuh'un ordusunda bir askerdi. Bir askeri, Kudüs Fatihi yapan en önemli sebep, ümmetin Kudüs şuuruna sahip olması ve Kudüs işgalini kendine dert etmesiydi.
Halepli Neccar'ın hikayesi bize Kudüs fethinin şifrelerini vermektedir. Niye bir marangoz durup dururken işgal altındaki Mescid-i Aksa için bir minber yapar? Cevaptaki inceliğe dikkat edelim:
"Kudüs elbet bir gün mutlaka yeniden fethedilecek. Ben asker değilim, savaşa gidemem. Ben bir sanatkârım. O halde Kudüs için ne yapabilirim, diye düşündüm. Haçlılar tarafından yok edilen minberin yerine, Mescid-i Aksa'ya konulmak üzere bir minber yapmaya karar verdim. Benim elimden gelen budur. Kudüs'ü fetheden kumandan da minberi götürüp Mescidi Aksa'ya yerleştirsin."
Selahaddin Eyyubi, Miraç yıldönümünde (27 Receb 583) 2 Ekim 1187 Cuma günü Kudüs'ü fethettiği zaman, aynen ilk fatih Hz. Ömer (r.a.) gibi bütün gayrı müslimlere eman verdi. Mescid-i Aksa'yı bütün şirk ve pislikten temizleyerek, Halepli neccarın yıllar önce sedir ağacından yaptığı musanna' minberi getirterek Kıble Mescidine yerleştirdi. 9 Ekim günü de Mescid-i Aksa'da ilk Cuma namazı kılındı.
Müslümanlar her devirde içlerinden bir Selahaddin çıkardıkları gibi, elbette bu zamanda da çıkaracaktır. Önemli olan fert olarak o marangozun şuuruna ermektir. Selahaddin'e layık asker olabilmektir. Unutulmamalıdır ki, Selahaddin Eyyubi İslam birliğini sağlayarak ve Kudüs fethi idealini bütün ümmete yayarak Fatih oldu.
İSLAM BİRLİĞİ
Bu konuda çok keskin hükümler verildiği için, her yorum Müslümanları birleştireceğine daha da küçük gruplara bölüyor. Her bir fikir ayrılığı birbirlerinden uzaklaşmasına sebep oluyor. Hatta birbirine düşman olmasına kadar varıyor. Acaba Müslümanların hatalarını araştırıp ifşa etmek yerine, ortak fikirleri çoğaltıp dostluğu kardeşliği pekiştirmek daha doğru olmaz mı? Özellikle bazı İslam ülkeleri yöneticileri ile halkını aynı kefeye koyarak ırk, mezhep ve fikir aykırılıklarını körüklemek İslam Birliği'ne hizmet etmek midir?
Karşımızda katil Siyonistlerin zulmü çoktan haddi aşmışken, biz neyin kavgasını veriyoruz? Hangi fikir ayrılığı veya içtihad farklılığı Müslümanların bölünmesini haklı çıkaracak kadar önemli olabilir? Siyonistlerin katliamına karşı çıkan vicdan sahibi bütün insanları kendi safımızda gördüğümüz halde, niçin ufak tefek kusurları için kendi kardeşlerimizi dışlıyoruz. Unutmayalım: "Bütün mü'minler kardeştir."