Annesi tarafından, Müminlerin annesi Ümmü Seleme’nin (r.anha) eline doğan ve onun gözetiminde büyüyen, babası tarafından Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kâtibi ve tercümanı olan Zeyd bin Sabit’e (r.a.) mensup bulunan, çocukluğundan itibaren Peygamber Efendimiz’in terbiyesi altında yetişen Enes b. Malik’e (r.a.) kâtiplik yapan, öncelikle tasavvuf ehlinin ve sonraki zamanda tarikatların meşruiyetleri esasında kendisiyle bağ kurdukları Hasan-ı Basrî (rahimehullah), zahitlik ve sûfîliğinin yanı sıra kıraat, tefsir, hadis ve kelam âlimlerinin de ilklerindendir. Yukarıda zikredilen aile bağlarının da bir gereği olarak, Ehl-i Sünnet arasında, İslamî vasatı esas alan bir zat olarak otorite kabul edilmiş, hem Eş’arî hem de Mutezîle mezhepleri düşünce ve amel yönünden ona mensup olduklarını ileri sürmüşlerdir.

Zaten o, “...Medine’de yetişmesi, sahabe ve devlet adamlarıyla birlikte oluşu, ikinci olarak Basra’da yerleşmesi, oradaki ders halklarına özellikle İbn Abbas’ın halkasına katılması, dolayısıyla pek çok hafız ve kurrâyı tanıması yüzünden böyle bir konuma lâyıktı. Bu halkalardaki derslerde ise, Hz. Peygamber’in savaşları ve şemaili; tefsir, hadis, şiir ve geçmişteki haberler anlatılırdı.

Muaviye zamanında doğu ülkelerindeki fetihlere katıldı, bu ülkelerde on yıla yakın kaldıktan sonra Basra’ya döndü, ilmi etkinliğe yeniden başladı. Deneyim kazanmış, bilgisi artmış, Hz. Peygamber’in çevresine mensup olmanın yanı sıra, ilim ve cihat şerefine de sahip büyük şahsiyetlerden biri oldu. İşte bu özellikleri, Emeviler’in kendisini takdir etmesini, ona eziyet etmekten çekinmelerini, hatta rızasını ve desteğini kazanma çabalarını da açıklar. Çünkü o Basra’da ‘tek başına bir ümmet’ti.” Muhammed Âbid el-Câbirî, Arap-İslam Siyasal Aklı, Trc.: Vecdi Akyüz, Kitabevi Yayınları, 2001

Dolayısıyla Hasan-ı Basrî, sıradan bir kişi değildir; çevresinde seçkinlerin ve halkın toplandığı bir zattır; ilim, temizlik, açıklık ve doğruluk niteliklerini şahsında toplayan bir semboldür ve o, en yüksek mertebeye ulaşmak üzere engelleri aşan bir mevladır. Bu hususları kaydeden el-Câbirî, Hasan-ı Basrî’nin kriz zamanlarındaki tutumunu, tercihlerini de şu cümlelerle nakleder:

Hasan-ı Basrî sosyal kökenine bağlı kalmıştır. Devlet memuru olmayı kabul etmemiş, fikri ve siyasi bağımsızlığını korumayı yeğlemiştir. “Üçüncü olarak o, devlete, haksızlığına ve zulmüne karşı muhalif bir tutum takınmıştır ama bunda aşırı ve mutaassıp olmamıştır. İşte bu özellikleri, ona, tekfir ideolojisi ile imamet mitolojisi yandaşları dışındaki bütün muhalefet güçlerinin güvenini kazandırmış, ondan yararlanmalarına neden olmuştur.

Başka bir deyişle, Hasan-ı Basri, 1) bir yanda cebir (zorlama, baskı) ve olan duruma teslimiyet ideolojisini geliştiren zalim Emevi devletinin, 2) öte yanda tekfir ideolojisini benimsemiş Havaric’in, 3) imamet mitolojisinde yok olmuş Râfıza tutumlarının ortasını bulmaya çalışmış, çoğunluk içinde genellikle tarihin yapıcısı olan orta güçlerin varlığını gözeterek onların siyasi muhalefetini temsil etmiştir.

Bu üç tutumun birlikte ortaya çıktıkları devirde, kaderle ilgili ilk tartışmalarının başlamasını da doğal saymak gerekir. Çünkü büyük tarihçi İmam Taberi’nin bile Müslümanların hafızasına acı yer etmesin düşüncesiyle üstünü örttüğü Kerbela’dan Herre’ye birçok elim olaylar yaşanmış bu da ister istemez Müslümanların kader konusunu sorgulamalarını beraberinde getirmiştir.

Hasan- ı Basrî yukarıda zikrettiğimiz tutumuyla da kaderde cebir ve ihtiyar konusundaki tartışmaların merkezinde yer almıştır.

Emevî zulmüne maruz kalanların, kadere yaslanarak teselli imkanını ondan sormaları üzerine ortaya çıkan -Sultan Adülmelik b. Mervan’ın da dahil olduğu- kader tartışmasında, o şu görüşü savunmuştur:

“Allah kendisine kulluk etmeleri için yarattığı insanların bu görevlerini yerine getirmelerine herhangi bir şekilde engel olmaz. Bir insanın inkârı, ilahi kaza ve kaderin bir sonucu değildir. Aksi hâlde Allah’ın inkâr edenden de razı olması gerekirdi; hâlbuki ayetlerde ilahi takdirin insanları inkâr ve isyana değil hidayete sevk ettiği bildirilmiştir.

Allah kullarına ilahi emirlere uymalarını mümkün kılacak irade ve güç vermiş, onları fiillerinde icbar altında bırakmamıştır. Kulun belli fiilleri gerçekleştirecek irade ve güçten yoksun bırakıldıktan sonra sorumlu tutulması, kör olarak yaratılan bir kimsenin görme eylemini gerçekleştirmekle yükümlü tutulmasına benzer. Allah kullarını böyle bir muameleye tabi tutmaktan münezzehtir.”

Buradan devam edelim inşallah.