Benim için çok kıymetli olan bu özel notu paylaşmadan yazıya geçmek istemiyorum !!

Kart,kurt Kürtten,

Kürtçe konuşunca ceza evleri süreçlerinden,

Jitemlerden , 

Toroslardan,

Köy boşaltmalarından, 

Örgüt denen yapının baskı ve zalimliklerinden ve “Kürtten evliya koyma avluya!” … gibi saçmalıklardan günümüze hakkı bilerek düşündüğümüzde: Haklar  ve asayiş noktasında ,her Kürd’ün Erdoğan’a bir helallik borcu vardır.”

Tarih Nedir?

ülkeleri, ulusları, toplumları, kuruluşları etkileyen eylemlerden doğan olayları zaman ve yer göstererek anlatan, bu olaylar arasındaki nedensel bağları, bunların daha önceki ve sonraki olaylarla bağlantılarını, karşılıklı etkilenmeleri, her ulusun kurduğu uygarlıkları, ulusların kendi iç sorunlarını vb. inceleyen bilim.

Değişen dünya dengeleri  ve hep karışık olan bir Ortadoğu gerçekliği    üzerinden hareket etme zorunluluğu ve dolayısıyla buna bağlı olarak sürekli gündemde olan ve olması gereken iç barış ,Sayın Devlet Bahçeli’nin attığı adım ve meclisteki konuşmasıyla yeniden gündemimize bomba gibi düştü. Sayın Erdoğan’ın ortaya koymuş olduğu bir irade vardı hatırlarsanız . Yalnız bırakılan , çoğu kimseler tarafından vakti zamanda eleştirilen çok ama çok kıymetli bir irade. 
Peki ne olmuştu ? Neler yapılmıştı ?  Ortaya konulan o irade ve sonuçları tekrar tekrar konuşulmadan ve suçlular halka anlatılmadan atılacak tüm adımlar yeniden başarısız bırakılır ve birileri yine puslu havadan işini görmeye devam eder. 

Ukranya ile Rusya arasındaki savaşta ABD’nin silah satışından ciddi bir kazanım elde ettiği geçen gün istatistikler ile gündeme yeniden düştü. Aslında bilinenin yeniden fişlere dökülmesi …
Ali ata bak . 
Oya topu at .

Hep aynı nakarat .

Tarih nedir sorusunun cevabını verdikten sonra o cevabı anlamama aymazlığı daha derinlikli sorunlarla bizi karşı karşıya bırakır.

 ABD’nin bahaneler ile işgal ettiği Irak olayından sonra Türkiye Cumhuriyeti devleti olarak  bir gerçeğin farkındaydık:Kendi içimizdeki sorunları çözmeden,  iç barışı sağlamadan  ve içeride bir düzene geçmeden bölge üstü bir güç olmamız mümkün değildi. Dahası, Kürt sorununun çözümü ülkenin iç barışının ve huzurunun temin edilmesinin de ön şartıydı. Ülkedeki siyasi istikrarın sağlanması, onun sonucu olarak ekonomik istikrarın yakalanması da son tahlilde Kürt sorununun çözümünden geçiyordu. Kendisine, dünyanın ilk on ekonomisinden biri olacağım diye hedef koyan bir ülkenin öncelikle bu sorunu çözmüş olması gerekiyordu. 

Sayın Erdoğan’ın oluşturduğu pozitif hava ile ülkede siyasi karmaşa dönemi yani koslisyonlar ile sürekli bulanık ortam son bulmuştu.2002, 2007 ve 2011 seçimleri nihayet bir siyasi istikrar ortamı yaratmıştı. Bu dönemde çıkartılan reform niteliğindeki AB uyum yasaları Türkiye'nin sınırlarının ötesinde bazı hamleler yapabilmesine zemin hazırladı.

2002 ve 2007 seçimlerinden sonra atılan adımlar bu alanda önemli ilerlemeler sağlamıştı. Güneydoğu'da olağanüstü hâl kaldırılmış, kimlik inkârından vazgeçilmiş, dil yasakları tümüyle terkedilmişti. Türkiye'de 'eşit vatandaşlık' zemininde bir arada yaşamayı öngören politikalar bu dönemde devreye girmişti. Avrupa Birliği ile üyelik müzâkereleri de başlamıştı. Türkiye'nin çevre ülkeleriyle de ilişkiler iyi gidiyordu, bölgesel konjonktür müsaitti. Velhasıl, artık sorunu bütünüyle çözmek için daha kararlı adımlar atılabilirdi. 

  *ÇÖZÜM SÜRECİNE DOĞRU *

Emre Taner'in 2005 yılında İmralı'ya gidip Öcalan'a devletin bu niyetini açıklaması, onun nabzını yoklaması siyasete güvenin zirve yaptığı bu dönemlerde gerçekleşti. 

Devlet kanayan yarayı artık kapatmaya karar vermişti. Geçici önlemler yerine çok ciddi adımlar atılıyordu. Defalarca engeller ortaya çıkarıldıysada iktidarın net tutumu bu sefer oluyor söylemini altan üste herkesin zihninin derinliklerine taşımıştı.

Türk- Kürt barışına dönük arayışlar o zamana kadar görülmediği kadar olumlu bir seyir izliyordu. Otuz yıldır akan kanın durması hiç de uzak olmayan bir ihtimal olarak beliriyor, Anadolu insanının gözünde bir umut ışığı yanmaya başlıyordu. Türkiye'de silâhların gömüleceği, birlikte yeni bir geleceğin inşa edilebileceği bir zemin yakalanmıştı. Nihayet Anadolu insanı da Türküyle Kürdüyle güzel günler görecekti. Zira, yüz yıllık yakıcı bir sorunu nihayet çözmekten bahsediliyordu ve yürünecek yol mayınlıydı. Tuzaklar hız kesmeden ortaya konuluyor ve birileri fay hatları ile oynamaya devam ediyordu.

*DERDİMİZ AĞAÇ DEĞİL *

Abdullah Öcalan'ın 21 Mart 2013 tarihindeki 'Silâhlara Veda' çağrısının üzerinden henüz iki buçuk ay geçmişti ki, bir anda İstanbul'dan başlayarak bütün ülkeyi kasıp kavuran 'Gezi olayları' patlak verdi. Taksim'in ortasındaki Gezi Parkı'nın bulunduğu alanda yapılacak 'Taksim Kışlası' için belediye ekipleri parkta ağaç kesmeye başlamışlardı. Bu haber çevredeki insanların tepkisiyle karşılaştı. 

Durum, bir- iki gün içinde çevrenin korunması hassasiyetiyle gösterilen doğal bir tepkiden çıkıp hükümete yönelik kitlesel bir protestoya dönüştü. Protesto edilen şey,  kesinlikle ağaç falan değildi . Protesto edilen şey ,o sırada üç seçimi ard arda kazanarak iktidarda kalmış Erdoğan hükümetinin kendisiydi. 
Ağaç diye ortaya çıkanlar yakıp yıktı. Adeta bir işgalci zihniyetiyle ülke ateşe doğru sürükleniyordu.

1-2 Haziran arasındaki 24 saatte 89 polis aracı, 42 özel araç, dört otobüs, 18 belediye aracı, dört kamu binası, 94 işyeri, bir konut, çok sayıda otobüs durağı ateşe verildi. Meydan bir süre sonra bu örgütlerin işgaline uğradı. Bu işgal günlerce devam etti. 

Silah tüccarları kolları sıvamaya başlamıştı çoktan. Ellerindeki tüm olanakları kullanarak olayları hem yaymaya hem de tüm dünyaya mevcut iktidarı kötü göstermeye başlamışlardı.

BBC World, Aljazeera International gibi uluslararası kanallar İstanbul'a akmaya başlamış, kesintisiz yayına geçmişlerdi. Türkiye'de son seçimde yüzde 49 gibi yüksek oy almış bir hükümet vardı ama Avrupa ve Amerika kanalları, Mısır'daki Tahrir Meydanı'nda diktatör Hüsnü Mübarek'in devrilmesine göndermelerle, 'Tahrir-Taksim' benzetmeleri yapıyordu.  Oysa ki dertleri kesinlikle bağcıyı dövmekti. Çünkü ortaya attıkları tez kendiliğinde çürümeye mahkumdu .  Kıyas yaptıkları yönetimler tam anlamıyla halktan uzak dikta yönetimlerdi. Tahrir hiç bir zaman özgürce seçme hakkına sahip olamamış, senelerdir ağır bir baskı rejimi altında yaşayan çoğunluğun isyanıydı. Taksim ise, seçilmiş  iktidara karşı sayısı itibariyle ülkedeki azınlığa tekâbül eden bir kesimin isyanıydı.

Gezi olaylarının siyasi akış içindeki kısa vadeli en önemli sonucu çözüm süreci üzerinde oldu. Gezi olayları, 2013'ten sonra Devlet- Kandil- İmralı hattında varılan mutabakatı çökerten ilk vak'aydı. 

Gezi vak'asının yaşandığı günlerde PKK'nın silâhlı unsurları varılan mutabakat gereği Türkiye sınırlarını terketmekteydi. Dağdaki silâhlı kadrolar Mayıs ayının ilk haftasından itibaren yavaş ve küçük gruplar halinde de olsa peyder pey ülke dışına çıkmaktaydı. Abdullah Öcalan'ın kararı o aşamada geldi. Öcalan, PKK'nın silâhlı unsurlarının Türkiye'den çıkma kararını durduruyordu. Bu, ilmek ilmek dokunan bir sürecin çökmesi demekti. Daha iki buçuk ay önce Nevruz mesajıyla silâhlı mücadele devrinin kapandığını ilân etmiş, yüzbinlerce kişinin önünde örgütüne Türkiye sınırlarının dışına çıkma talimatı vererek sürecin en somut adımını atmıştı. Şimdi bu adımdan vazgeçiyordu. 

Evet işe yaramıştı ve istedikleri olmuştu.
Gezi vak'ası çözüm sürecini aksatmış, hatta durdurmuştu.

*ERDOĞAN KARARLILIĞI *

Türk- Kürt barış arayışları hükümetin yeni hamleleriyle yeniden diriltildi ama yola döşenmekte olan başka mayınlar da vardı. Üstelik Gezi vak'asından çok daha büyük tahribat yaratacak mayınlardı bunlar.

*ARAP BAHARI VE ROJAVA SÜRECİ*

Ankara- Şam ilişkilerinin mükemmel seyrettiği yıllar, PKK'nın ne Suriye'den ne İran'dan ne Irak'tan destek alabildiği yıllardı. Kandil tam bir izolasyon yaşıyordu. 

Türkiye'nin bu süreçte halklardan yana bir tavır alması Beşar Esed'i Türkiye'ye düşman etti. 'Düşmanımın düşmanı dostumdur' düşüncesiyle Kandil ile yeniden irtibata geçmesi kimse için şaşırtıcı olmadı. Beşar Esed'i iktidarda tutmak isteyen başta İran ve onun çizgisinde hareket eden Irak da aynı tavrı sergileyince, Kandil'deki PKK kadrolarının etrafındaki izolasyon kırılmaya başladı. Arap Baharı, PKK'nın Kandil kadroları için bir can simidi olmuştur. 


Kandil işin başından beri çözüm görüşmelerine mesafeliydi. 2009'da başlayan ilk açılım süreci döneminde benzer provokasyonlar girişmişlerdi, bu da onlardan biriydi. Hükümet barış inisiyatifine ivme katmak için 30 Eylül 2013'te yeni bir demokratikleşme paketi açtı. Paket çerçevesinde ismi değiştirilmiş olan köylere eski isimleri iade ediliyor, Türkçede bulunmayan ama Kürtçede mevcut x, w ve q harflerinin kullanımı serbest bırakılıyordu. Ayrıca, seçimlerde yüzde 3'ü geçen bütün partilere hazine yardımını öngören bir düzenlemenin de önü açılıyordu. Türkiye, çözüm sürecini nihayete erdirmek için çırpınıyordu adeta.

Türk-Kürt barışının bütün bölgeyi kuşatacak bir barış iklimini yaratacağı gösteriliyordu. Mesut Barzani, Türkiye'nin İmralı ve Kandil ile yürüttüğü süreci destekliyordu. Türkiye aynı günlerde Mesut Barzani ile Abdullah Öcalan arasında bir diyalog zemini yaratmaya çalışıyor, bu amaçla iki Kürt lider arasında mektuplaşmalara aracılık ediyordu. Ankara'nın yapmaya çalıştığı bu iki ismi ortak bir bölgesel işbirliği vizyonunda buluşturmaktı. İyi bir iklim yakalanmıştı. Ama o iklim fazla uzun sürmedi. 

*PENSİLVANYA TERÖR ÖRGÜTÜ DEVREDE *

Türkiye o günlerde bir sabah 17 Aralık soruşturmalarıyla uyandı. Ortalığı bir anda bazı bakanlara dair yolsuzluk iddiaları, telefon tapeleri, gözaltı kararları kapladı. Hükümet bir terör örgütü hamlesi ile karşı karşıyaydı. Bir hafta sonra Gülen örgütü bir hamle daha yapacak, 25 Aralık soruşturmaları da 17 Aralık'takilere eklenecekti. 17- 25 Aralık soruşturmaları hükümeti devirmeyi hedefleyen bir hamleydi. Birkaç ay önceki Gezi Parkı olaylarında da hükümet benzer bir tabloyla karşı karşıya kalmıştı. Gezi sürecinde sokaklar üzerinden devrilemeyen hükümet, şimdi polis-yargı hamlesi üzerinden hedef alınmıştı. 17- 25 Aralık'ta yaşananlar da tıpkı Gezi vak'asında olduğu gibi çözüm sürecinin içeriğiyle doğrudan ilgili gibi gözükmesede  hükümetin varlığı ve devamlılığıyla ilgiliydi. Hükümetin ortadan kalkması, Kürt sorununun çözümünün de başka bahara ertelenmesi anlamına gelecekti. 17- 25 Aralık vak'asının da atlatılmasından sonra 2014 yılının başlarında hükümet dikkatini yeniden İmralı-Kandil hattındaki görüşmelere çevirdi. 

*KOBANİ OLAYLARI*

6 Ekim 2014 günü HDP'den kamuoyuna şöyle bir çağrı yapıldı: "Şu anda toplantı halinde olan HDP MYK'dan halkımıza acil çağrıdır: Kobane'de durum son derece kritiktir. IŞİD saldırılarını ve AKP iktidarının Kobane'ye ambargo tutumunu protesto etmek üzere halklarımızı sokağa çıkmaya ve sokağa çıkmış olanlara destek vermeye çağırıyoruz." Tetikleyeceği olaylarla 50'den fazla insanın ölümüne yol açacak bu çağrı, Pervin Buldan'ın "Devlet ile İmralı arasında yol haritasında mutabakata varıldı" açıklamasından iki gün sonra yapılıyordu. Bu durum, akıp giden süreç içinde asıl belirleyici dinamiğin Ankara – İmralı arasındaki görüşmelerden ziyade, Suriye sahasındaki gelişmeler olduğunun kanıtıydı. 

HDP'nin bu çağrısıyla PKK'nın Güneydoğu illerindeki bütün milisleri harekete geçti, şehirlerde ortalık yangın yerine döndü. Müzâkere süreci boyunca müsamaha gördükleri için pek çok yere silâh ve mühimmat depolamışlardı. O süreç boyunca eğittikleri yeni kadrolar, sakladıkları silâhlar devreye sokuldu. Olaylarda 50'den fazla insan hayatını kaybetti, yüzlerce yaralı vardı. PKK'lılar bu şehirlerde binden fazla binayı tahrip ettiler. Vahşet görüntüleri her yerdeydi, 'alan tutuyorlardı.' Bu tablo Meclis'te grubu bulunan bir siyasi partinin çağrısıyla olmuştu. Devlet, olayların çıktığı illerde sokağa hâkim olmakta güçlük çekiyordu. Diyarbakır'da sokağa çıkma yasağı ilân edildi. İlk ve orta dereceli okullar tatil edildi. Bunlar olayları kontrol altına almaya yetmiyordu, durum kontrolden çıkıyordu. PKK militanları olaylar sırasında sadece kamu binalarına değil, Hüda Par binalarına da yöneldiler. Bu tablo durumun vahâmetini daha da artıyordu, zira Diyarbakır Hüda Par'ın da belli bir tabanı olan bir şehirdi, iki tarafın taraftarlarının birbirleriyle çatışmaya başlamaları ihtimali tablonun vahâmetini daha da artırıyordu. Bu tablo Ankara'da büyük bir travma yaratmıştı. Bu olayların bazı noktalarda devletin gözünü açtığını söylemek mümkündür. İçinden geçilen sürecin ne tür olaylara gebe olduğunu da, bu tür olaylar karşısında devletin ne tür tedbirler alması gerektiğini gördüler. Güvenlik birimlerinin hukuki yetkileri, lojistik ihtiyaçları da bu olaylardan sonra yeniden masaya yatırıldı

*SİLAH TÜCCARLARI DEVREDE *

Salih Müslim Paris'te Amerikalı diplomat Daniel Rubinstein ile görüştüğü gün, Kandil'deki PKK şeflerinden Murat Karayılan 'mahalle düzeyinde alan tutmak lâzım' diye talimat veriyordu. Rubinstein görüşmesinden bir hafta sonra, 25 Ekim'de Hakkari Yüksekova'da çarşıda üç asker şehit ediliyor, on bir gün sonra 29 Ekim günü Diyarbakır Bağlar'da, Körhat Caddesi üzerindeki pazarda, Diyarbakır 8'inci Ana Jet Üssü Komutanlığı'nda görevli Astsubay Üstçavuş Necdet Aydoğdu pazarda alışveriş yaparken eşinin yanında katlediliyordu.

Bütün bunlara rağmen hükümet tarafından geri adım atılmıyordu. 

Bu durumu sahadaki gerçeklerden ziyade, hükümetin samimiyetiyle açıklamak mümkündür.

*DOLMABAHÇE GÖRÜŞMESİ*

Türkiye iç barış İçin elinden geleni yapıyorken ve bütün bedelleri iktidar göze almışken örgüt yine kirli senaryoların peşinden koşuyor ve ağababalarının sözünü yere vurmuyordu. 

Mesela, Kandil'in önemli isimlerinden Mustafa Karasu şöyle diyordu: "PKK kongresini yapıp silâh bırakma kararı alacak biçiminde yaklaşımlar demagojidir. Hiç kimsenin PKK adına silâh bırakmasından, PKK'nın kongre yapıp silâh bırakma kararı alacağından söz etmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin üzerinde böyle bir vazife yoktur!" Kandil'in bu tavrında Amerika ile girdikleri işbirliğinin derecesi düşünülürse, esasen şaşırtıcı bir durum yoktu. PKK, artık Amerika ile 'askeri işbirliği'ne geçmiş bir örgüt haline gelmişti. O günlerde, Amerikalıların Erbil'de IŞİD'e karşı savaş için kurduğu ortak operasyon merkezinde PYD'nin bir irtibat görevlisi bile vardı. Devlet ise, müzakerelerde mesafe alarak resmi değiştirme çabasındaydı. Ama bugün daha net görüldüğü üzere bu çabaların Kandil'in net tavrı karşısında bir yere ulaşması pek mümkün değildi. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan'nın çıkışı o günlerde geldi. 20 Mart 2015 günü Ukrayna gezisine çıkmadan önce ve Ukrayna yolunda yaptığı açıklamalarından sonra çözüm süreci artık kağıt üzerinde de yürüyemez hale geliyordu. Atılan adımlar karşılık bulmuyor örgüt durumdan istifade ediyor ve kirli oyunları sahneye koyuyordu. İç barışı sağlamak adına bütün bedelleri ödemeye hazır olan Erdoğan oyunu daha net görünce geri atmak zorunda kalmıştı. Çünkü batıda halk örgütün şımarıklığına artık dur denilsin istiyordu. Aksi bir durumda büyük kentlerde büyük provokasyonlar olabilirdi. Allah muhafaza önlenemez bir trajediye dönüşebilirdi. Ki istenen tamda buydu!

*HDP MESAJI ALAMADI *

Çözüm süreci sonrası 7 Haziran’da yapılan seçim yeni bir başlangıca kapı açmıştı.
HDP yüzde 10 barajını aşmıştı, aşmakla da kalmayıp üç puan üzerine çıkmıştı. Kürt siyasi hareketinin tarihinde aldığı en büyük oy oranıydı bu. 

Meclis'e Kürt kimliğiyle ve bu kimlik üzerinden siyaset yapan bir partinin temsilcileri olarak girmiş 80 milletvekili, demokratik açıdan önemli bir sıçrama anlamına geliyordu. Bu durum, Türkiye'de siyasi temsil kanallarının sonuna kadar açık olduğunun bir göstergesiydi. Esasen yüzde 13'lük bir oy oranı HDP'nin bundan sonra bu yolda yürümesi gerektiğini dayatıyordu. Kaldı ki, oyların bu şekilde 'patlama' yapması, bu Türkiyelileşme vaadinin bir sonucuydu. Kamuoyunda artık silâhların bırakılması yönünde büyük bir beklenti oluşmuştu. Çoğunluk şunu konuşuyordu: Türkiyelileşme hedefinde yol alınması halinde bir kaç seçim sonra HDP'nin CHP'nin ana muhalefet koltuğuna oturabileceği artık çok net bir şekilde ortadaydı. 

Ancak HDP’nin korkak tavırları devam ederken örgüt şiddetten yana bir tavr takınacağını ortaya koyuyordu.

"Şunu açıkça vurgulamalıyız ki, gerillanın Türkiye'ye karşı silâhlı mücadeleyi bırakma konusu ve bunun iradesi tamamen Özgürlük Hareketimize aittir. HDP, PKK'nın yasal partisi değildir. Böyle bir çağrıyı HDP yapamayacağı gibi, mevcut İmralı koşullarında bulunan Önder Apo'nun da böyle bir çağrıyı yapması mümkün değildir" Sahadaki gerçeklerin şamarı herkesin yüzünde patlamıştı. Kandil'in 'siyasi temsil', 'Türkiyelileşme' gibi gibi öncelikleri yoktu.
PKK'nın barış sürecine içtenlikle inanmadığının, süreci istismar ettiğinin açık bir delili de buydu.

*HASEKE MUTABAKATI* 

İstihbarat ,28 Mayıs 2015'te, Suriye'nin PYD'nin kontrol ettiği bölgenin sınırındaki Haseke kentinde IŞİD (DEAŞ), PYD ve Esed rejimi arasındaki bir görüşmeyi tespit etti.

Burada varılan mutabakata göre, IŞİD elinde tuttuğu Türkiye sınırındaki Tel Abyad'ı PYD'ye bırakacak, buna karşılık Suriye rejimi de ona Palmira'yı (Tedmur) verecekti. PYD, bu mutabakatın sonucu olarak doğudaki Cezire kantonuyla batıdaki Kobani (Ayn el Arab) kantonu arasındaki irtibatı sağlamış olacaktı. PYD için son derece hayati bir kazanım olacaktı. Suriye rejimi Palmira'yı IŞİD'e bırakıp çekilmesi karşılığında bu örgütten Halep'teki ılımlı muhalefetin üzerine yürümesini, kendisinin vereceği hava desteğiyle Azez – Cerablus arasındaki koridorun kapatılmasını hedefliyordu. Bunun anlamı, Türkiye sınırının neredeyse bütünüyle IŞİD ve PYD hâkimiyetini girmesiydi. 7 Haziran seçimlerinden bir hafta sonra Haseke Anlaşması'nın devreye girdiği görüldü. 

PKK açısından Suriye'deki bu gelişmelerin istediği gibi devam edebilmesi için Türkiye içindeki çözüm sürecinin sona erdirilmesi gerekiyordu. Kandil'den bu açıklamanın yapılmasından hemen sonra KCK yöneticisi Bese Hozat ise 15 Temmuz 2015'te, örgütün yayın organlarından Özgür Gündem gazetesinde, 'Yeni süreç, devrimci halk savaşı sürecidir' diyordu. 19 Temmuz günü Cemil Bayık'ın mesajı şöyleydi: "Tüm halkımız silâh almalı, bu temelde kendini eğitmeli ve örgütlemeli. DEAŞ ve sömürgeci tüm güçlerin her türlü saldırısına karşı köylerde, kentlerde, mahallelerde yer altı sistemi, tüneller, mevzi sistemi geliştirmeli. Köyünü, kentini mahallelerini terketmemeli, yaşam olacaksa da kendi topraklarında, ölüm olacaksa da kendi topraklarında olmalı. Rojava'yı savunmak tüm Kürdistan'ı savunmaktır. Rojava Devrimine sahip çıkarsak ancak onurlu bir yaşama sahip olabiliriz, bunun için herkes yönünü Rojava Devrimine vermeli ve sahiplenmelidir." Bu açıklamanın ne anlama geldiğini Türkiye, bir süre sonra ortaya çıkacak 'hendek siyaseti' ile anlayacaktı. Zira, Kandil açısından Suriye'deki kazanımlarının benzerini Türkiye'de elde etmenin, Rojava'daki tabloyu Türkiye sahasına taşımanın zamanı gelmişti.

*SURUÇ VE CEYLANPINAR KATLİAMLARI*

Tam bu aşamada kanlı bir tezgâh devreye sokuldu. IŞİD ile PKK adeta ortak 'operasyon odası' kurmuşçasına hareket ediyordu. 20 Temmuz günü IŞİD, Suruç'ta kanlı bir intihar saldırısıyla 34 kişiyi öldürüp 104 kişiyi yaraladı. Patlama, Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu'nun Amara Kültür Merkezi önünde açıklama yaptığı sırada oldu. Orada yaklaşık 300 kişi vardı. Bu grup, toplantı tarihini daha önce duyurmuştu. Hem seçilen hedef hem saldırının zamanlaması, Türkiye'nin fay hatlarıyla oynamaya dönük bir provokasyon olduğunu gösteriyordu. IŞİD'in Suruç saldırısından sonra başta HDP olmak üzere PKK'ya müzâhir çevreler harekete geçip iki hamle yaptı. Önce, ' Bu saldırıyı devlet yaptı' diyepropagandaya giriştiler. HDP bu propagandanın en etkili aleti, aracı olarak devredeydi. Selahattin Demirtaş, "Artık halkımız kendi güvenliğini almak durumunda. PKK da bu aşamada çözüm sürecini sona erdirecek nihai hamlesini yaptı. Ceylanpınar'da aynı evde kalan ve evlerinde uyumakta olan iki polisi kafalarına kurşun sıkarak öldürdü. PKK, Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar isimli iki polisin öldürülmesini 'Suruç'un intikamı' diye duyuruyordu. PKK'nın silâhlı saldırı birimlerinden HPG Ceylanpınar saldırısını çok geçmeden üstlendi. Açıklaması şöyleydi: "22 Temmuz günü bir Apocu fedai timi, Suruç katliamına misilleme olarak bugün sabah 06.00 sularında Ceylanpınar'da DAİŞ çeteleriyle işbirliği içinde olan iki polise karşı bir cezalandırma eylemi gerçekleştirmiştir. Gerçekleştirilen eylem sonucunda Feyyaz Yumuşak ve Okan Acar isimli polisler öldürülürken, öldürülen polislerin silâh ve kimliklerine el konulmuştur." Başbakan Davutoğlu'nun daha sonra yaptığı açıklamaya göre, saldırıdan hemen sonra yapılan telsiz konuşmalarından saldırıyı PKK'nın gerçekleştirdiği biliniyordu. Bölgede, insana acımayan çok kanlı ve zehirli bir oyun tezgâhlanıyordu. Ceylanpınar saldırısının yapıldığı gün İstanbu'dan dikkat çekici bir haber geldi: Gaziosmanpaşa'da bir esnaf 'IŞİD'ci' olduğu gerekçesiyle PKK'nın silâhlı gençlik teşkilâtı tarafından öldürülmüştü. Öldürülen kişinin IŞİD ile bir ilgisi yoktu, sakallı bir esnaftı sadece. IŞİD'in Suruç'ta sahneye koyduğu provokasyon tezgâhı PKK tarafından Ceylanpınar ve Gaziosmanpaşa'da devam ettiriliyordu. Ceylanpınar, Kandil'in Türkiye içindeki 'eylemsizliği' veya 'çatışmasızlığı' bitiren saldırısıdır. Suriye'deki gelişmelerde kendisine ayak bağı olan çözüm sürecinin tabutuna son çivi Ceylanpınar'daki o saldırıyla çakılacaktı. O günlerdeki kronolojik akışa hızla göz atacak olursak: 14 Temmuz 2015 günü de Bese Hozat, Özgür Gündem gazetesine 'Yeni Süreç: Devlet Halk Savaşıdır" başlıklı bir yazı yazarak, devrimci halk savaşı ve serhıldan çağrısı yaptı. İki gün sonra, yani 20 Temmuz 'da Cemil Bayık halkı, silâhlanma, evlerinde siper ve tüneller kazmaya çağırdı. En sonunda PKK 22 Temmuz 2015'de Ceylanpınar'da polis memurlarını katlederek ateşkesi bitirme kararını fiiliyata döktü. 23 Temmuz günü Diyarbakır'da trafik kazası ihbarına giden polis ekibine pusu kuruldu ve polis memuru Tansu Aydın şehit edildi. Saldırıların ardı arkası kesilmedi. Başbakan Ahmet Davutoğlu 24- 25 Temmuz 2015 günü tabloyu şöyle veriyordu:

" 7 Haziran'dan bugüne kadar 121 silâhlı saldırı, 15 adam kaçırma, 16 yol kesme, 59 araç yakma, 53 patlayıcı madde atma, 17 haraç alma dahil 281 terör eylemi yapılmıştır. Yine aynı dönemde 5 güvenlik görevlimiz, asker ve polis şehit edilmiştir. 3 asker ve 50 polisimiz yaralanmış, 1 polisimiz kaçırılmış, dört vatandaşımız katledilmiş, 10 vatandaşımız yaralanmıştır."

Bunlar sadece başlangıçtı. Terör saldırıları ileride daha da vahim bir hal alacaktı. Bütün bu gelişmeler, Kandil için 7 Haziran seçim sonuçlarının, 81 HDP'li vekilin Meclis'e gelmiş olmasının bir önemi olmadığını göstermişti. Türkiye içinde Kürt-Türk barışı, bu yoldaki ilerlemeler ve çözüm arayışları Kandil'deki kadronun ilgi alanına girmiyordu. Süreci bitirmek zorunda hissediyorlardı, zira yukarıda belirttiğimiz gibi süreç Rojava'daki kazanımların devamı yolunda ayak bağı oluyordu. Sadece bir tek veri bile bu durumu anlamak için yeterlidir. Sürecin başlamasından sonra örgüte katılım durma noktasına gelmişti. Oysa, örgütün 'savaşçıya' ihtiyacı vardı, Türkiye sınırlarının içinde değilse bile Suriye'de vardı. Ama çözüm süreci bu akışı kesmişti. Kandil'deki örgüt yönetiminin bu tablo karşısında başvurduğu yol çocuk kaçırmaktı. Genelkurmay Başkanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'nün topladığı veriler, çözüm sürecinin başlangıcından bu yana 18 yaşından küçük 2500'e yakın çocuğun örgüt tarafından kaçırıldığını gösteriyor. Bunların yüzde 70'i 15 yaşından küçüktü. Diyarbakır'da çocukları kaçırılan anaların toplanıp günlerce feryad etmeleri herkesin aklındadır. 2013 yılından o tarihe kadar ortaya çıkan manzarayı en iyi özetleyen ifadelerden biri Gülay Göktürk'e aitti: "2013 Nevruz'undan bu yana yaşadıklarımız, PKK'nın henüz barışı istemediğini gösterdi. Bugünkü dünya ve Ortadoğu konjonktüründe, yerli bir çözüm süreciyle kazanabileceğinden çok daha fazlasını kazanma ihtimali olduğunu düşünmeye devam ettiği sürece de barışı istemeyecek. 

Yükarıdan aşağıya doğru şu özet bilgiler dahi gerçekliği anlatmaya yetiyor.  Muhalefetin anlamadığı gerçeklik bu. İktidarında yeniden okuması gereken bu bence. Hala halktan özür dilemeyi bilmeyen dönemin HDP’si bugünün DEM’i . Çözüm süreci neden başarıya ulaşmadı kısmını bölge halkına anlatmayan bölgenin siyasi temsilcileri ise ayrı bir acı. 
Kürtler kimlikleri ile bu ülkenin en önemli parçası ve o parça çoğunluk itibariyle birlikte yaşamı ve barışı en üst duygu ile istiyor ve sahipleniyor . Yeterki devlet yapılması gerekli olan her şeyi sadece ama sadece halk İçin yapsın . Suriye, Irak…vb devletlerin durumları tüm çıplaklığıyla iç barışın önemi için yeterli örnek. 

Bugün, "Çözüm Süreci neden bitti?" sorusuna bu gerçeğin  yani yukarıdaki provakasyonların dışında verilen bütün cevaplar laf-güzaftır."