(Eğitim Hatıralarım I)

Yeni öğretim dönemi başlarında  gençlere  tavsiyelerde bulunulur ve başarı formülleri anlatılır. Bense başarı kavramına  karşı oldum hep. Bu yazımızda  başarının “sihirli” formüllerinden değil, yetenekleri kullanma, potansiyellerimizi ve kendimizi keşfetme yollarından edeceğim. 

Yol ve yöntemi biliyorsanız, ve problemlerle   baş etmeyi öğrenmişseniz, bahanelerin arkasına sığınmıyorsunuz.  En olumsuz şartlarda bile en iyi sonuçları alabiliyorsunuz. Hatta çevrenize örnek oluyor;  şevk unsuru haline geliyorsunuz

Çeşitli burslar, bilim ödülleri kazandık. Bir çok bilimsel proje tamamladık. Üst seviyede bilimsel çalışmalar çıkardık. Bilimsel yayın çalışmalarında uluslararası ekiplerle yarıştık. Yetiştirdiğimiz öğrencilerimiz ülkemizin önde gelen bilim adamları arasına girdi. Bu sonuçlara hep ülkemizin imkanları ile ulaştık. .  Eğitim ve araştırma hayatımızda  tabir yerinde ise hep “süper ligde” kaldık ve  yaptığımız işleri el yordamı ve göz kararı ile değil, profesyonelce yapmayı öğrendik. 
Ancak  hiçbir zaman  başarılı olma  ve ödül alma duygusu içine girmedik.  Önemli olan ülkemizin zor şartlarında iyi  örnekler çıkarmak  ve memlekete  ve insanlığa faydalı olmaktır. Başarılı olmak, iyiyi bulduğumuz, hayırlısına ulaştığımız  anlamına gelmiyor.   Kaderin size takdir ettiği rol var. Kader elbette gayrete aşıktır. Gayretle başarıyı karıştırıyoruz.  Sizin ulaştığınız şeyi başkasına ne kadar dağıtabildiğiniz ve paylaştığınız ölçüde iyisiniz.  Her vasıtayı meşru görerek başaranlar güruhuna ve modern toplumun ‘başarı mahkûmu’ insanlarına şu soruyu yöneltmek gerekiyor: “Kazanırken neyi kaybediyoruz?” 

Başarı anlayışı, hedef olarak dağın zirvesini gösteriyor. Halbuki hedef, dağa tırmanılan yoldadır. Süreci yaşanmadan sonuca gitmek sakat bir eğitim anlayışının ürünü.  O yolun tümseklerinde durup nefeslenmeyen  gözün eriştiği manzara ve ufka ulaşamıyor.   

İşte başarıya bu yüzden karşı oldum. Başarı kendi menfaatı için, dünya menfaati için koşmayı hedef gösteriyor. Halbuki bir insanın kıymeti himmeti nisbetindedir.

“Kimin himmeti milleti ise o tek başına bir millettir.”

Başarılı insanlarımız yerine kahramanlarımız olsun. Himmetli ve gayretli insanları alkışlayalım. Herkesin rüşvet aldığı bir yerde rüşvet almayan adamı kayırmayanı öne çıkaralım.  Herkesin birbirine tabasbus gösterdiği yerde dik duranı övelim. Doğruyu söyleyeni  alkışlayalım.  Ahlaki doğruları olanlar   ve o doğrular nispetinde yaşayanlar    bu çağın kahramanları olmalı. İnsanların üzerine faydalanacakları bir ışık düşürmek, dünyayı iyilikle imar  edenleri öne çıkaralım.

Başarıya karşı oldum. Çünkü çocukların muvaffakiyetleri ile gururlanıp kibre düşeceği anlayışının önünü kesmeliyiz.  Başarı anlayışı    neticeyi  Allah’tan   değil, nefsinden bilen bir anlayışı ortaya çıkarıyor. Modern kültürün tanımladığı biçimiyle, başarı kültürü, cebini şişirmenin hesabı içinde  ve makamlarını ayakta tutmanın hesabını güden insan yetiştirir. Böyle insanlar  kendi rahat alanlarının dışına çıkmaya cesaret edemiyorlar.     

Daha fazla güç için başarı fikrini elinin tersiyle iten bir maarife ihtiyaç var. Feragat ve fedakarlık duyguları yüksek, maddi menfaat gütmeyen hamiyetli insanlara, ahlaki cesareti gösterebilecek fertlere ihtiyacı var bu ülkenin. Başarılı insanlara değil. “Başarılı” ve “gözü açık –aç gözlü”  insanların bürokrasiyi işgal ettiği şu ortamla geldiğimiz nokta ortada.

Bizim maddiyat ve maneviyatı dengeleyen aklı ilimle, kalbi de imanla dolu insanlara ihtiyacımız bulunuyor. Kendi yolunuzu çizen azimle yürüyen, Dünyanın neresinde olursa olsun kimliğini, dilini, tarih şuurunu, gelenek ve inançlarını kaybetmeyen insanları özlüyoruz. 

İşte başarının hedef gösterilmesi bu şuuru öldürüyor. Şimdi niçin başarıya karşı olduğumuz anlaşılmış olmalı. 

Diyebilirim ki hayatım yanlış  anlayışları ve varsayımları, sakat fikirleri tamir ve ıslah ile geçti. Yeni ders döneminin ilk haftaları hep bunları anlatmakla geçer. Yeteneklerimizi ve kendimizi keşfetmeyi engelleyen şeyler bizim kendimiz. Bizim düşmanımız  aslında kendi yanlış eğitim varsayımlarımızdır. Öğrenme stil ve profilimizi, kendimizi tanımayışımızdır. Bir öğrenme programı ile dünyaya geldiğimizi farketmeyişimizdir.  

Eğitimdeki tuhaflıkları; “faydasız bilgi yükleme” ve “sınav odaklı eğitimin” garipliğini öğrenciliğimin daha ilk  yıllarında farketmiş ve arayışa geçmiştim. Çünkü çoğu hocalarımız bilgiyi aktarıyor ama ne işe yaradığından pek söz etmiyorlardı. 
 

Bir tür “faydasız bilgi” yükleme işi idi hocaların yaptığı. Bense, yüzeysel öğretilen bilgileri, farklı kaynaklardan kökleri ile derin ve  etraflı bir şekilde öğrenme çabası içine giriyor, konuyu esaslı bir şekilde anlayana ve “bilimsel bilgi” haline gelinceye kadar peşini bırakmıyordum.

Kitap okuma alışkanlığınız yoksa eğitiminiz yarıda kalmış demektir.  

Kitap okuma merakı ve alışkanlığı kişiyi üstün bir fikir berraklığına kavuşturuyor, kişi açık seçik düşünmeye başlıyor.  

Kitap okuma alışkanlığı olanların kendine kendine öğrenme konusunda eğitimin eksikliklerini tamamlamada hep yetenekli görmüşümdür.    

Kitap okuma alışkanlığı zihni geliştiren ve anlama kabiliyetini geliştiren en önemli saik. Bu  alışkanlığınız yoksa sizin zihniniz ve hayal dünyanız zayıf kalmış demektir. Beynin  sağ ve sol lobu dengeli bir şekilde çalışmasında zihin vitamini gibi görev yapıyor. Beynin nasıl öğrendiğini ve kuantum öğrenme konularını Maarif Davamız  kitabımızda ayrıntılı yer almaktadır. Hulasa,   “Allah akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır.” (Hadis, Gazali, İhya, 1/217). 

O halde bir öğrenme programı ile yaratılan insanoğlu için en önemli eğitim  kazanımı aklın kullanılmasının öğrenilmesidir. Eğitim eğriyi doğrudan ayırt eden selim bir düşünce sistemi  ve  doğru bir bakış açısı kazandırmıyorsa o eğitimde hayır yoktur.

Maalesef çoğu hocalarımız bilgi yüklemeye ve aktarmaya odaklanıyorlar; düşünmeyi, araştırmayı ve uygulama yapmayı ıskalıyorlar.  Böyle bir pasif eğitim ortamında düşünme melekeleri gelişmiyor. Halbuki ayette ne buyruluyor? “Allah aklını kullanmayanlar üzerine pislik yağdırır. (Yunus, 101). 

Kuran’da “sırtında kitap yüklü merkep” benzetmesi vardır. Bu benzetme sahibine ve topluma fayda vermeyen bilgiye örnektir. Merhum Cemil Meriç bunu “malumat istifçiliği”  diye nitelendirir. Bir diğer adla “bilgi hamallığı”… 

Doğru sorular buldozer gibi önümüzü açıyor.

Soru sormayı biliyorsanız, çürük yargıları hemen ortaya çıkarabiliyorsunuz. Sağlam hükümler tesis ederek problemlerin üstesinden gelebiliyorsunuz.
Bu kadar faydalı “aletin” kullanımına dair belirli bir sistematik var tabii. Şartları var. “Doğru soruları” bulmak kolay değil. Soru sormayı bilmeyen, sorunların altında kalır.  Soruları olmayanlar sorunları çözemezler.

Daha ilkokuldan itibaren çok basit bir ders çalışma metodum vardı: Konuları anlamlı sorulara dönüştürmeye çalışırdım. Böylece doğru sorularla, meselenin kaynağına iniyor, meselanin esasına vakıf oluyordunuz.

Kafanıza takılan sorular sizi sürekli düşünmeye itiyor. Bu, araştırmanın, dolayısıyla zihni çalıştırmanın da başlangıcı oluyor. Kendimizi sürekli soru soran haline getirmek, eğitimde anahtar bir nokta. Ne kadar çok sorunuz varsa öğrenmeye ihtiyaç o kadar büyük demektir. Bilindiği gibi, merak ilmin hocası, ihtiyaç terakkinin üstadıdır. Önemli olan öğrendiğimiz şeyleri sorgulayabilmektir. Hayattaki her etkinlikte, önemli, can alıcı soruları sorabiliyor musun? Televizyon izler gibi ders işlemekten niçin verim alamıyorsun? Çünkü bir konuyu araştırmaya başlarsın, yenilikler bulmaya çabalarsın, bunu yaparken eksikliklerini öğrenirsin. Gerçek öğrenme budur.

(Devam Edecek)