Zemahşerî 1144’te Ürgenç / Cürcâniye’de (Özbekistan), İbnü’l-Fârız 1235’te Kahire’de, Saîdüddîn el-Fergânî ise 1300’de Hac dönüşü Şam civarında vefat etti.

Bu tarihler itibariyle, Zemahşerî el- Fârız’dan 91, el-Fergânî’den 156 sene önce vefat ettiğine göre, onun Maide suresin 54. ayetini tefsir ederken, çok keskin bir dille tasavvuf / tarikat eleştirisinde bulunmasında, mutasavvıf-şair el-Fârız’la, şarih el-Fergânî’nin bir etkisi olamaz.

Dolayısıyla Zemahşerî’nin eleştirisi münferit bir olaydan çok, müesses hale gelen ve kendisinden sonra da varlığını sürdüren bir olgunun eleştirisidir, ki bu, önce Zemahşerî’nin ferasetine, sonra el-Fârız ile el-Fergânî’nin geçmişten beri süregelen haksız yargılarla hesaplaşmadaki azimlerine yorulmalıdır.

Bizim zamanımıza kangerene dönüşmüş olarak intikal eden bu konu, isimlerini zikrettiğimiz zatların devrindeki ilmî, itikadî ve amelî tartışma boyutunu aşıp, siyasi bir yön de kazanarak Müslümanlar arasında etkili bir fitne aracına dönüştürülmüştür; artık Zahirilik Zahirîciliğin, Batnîlik Batıncılığınzeminidir ve bunlar sonucunda hayır umulan mutedil bir tartışmanın değil, iflah olmaz bir düşmanlığın sebebidir.

Kirlenerek katlanmış bir malumatın bilgi olduğunu sanarak, bunun üzerinden ahkam kesenleri, söz düellosuna girişenler, Müslümanca bir taharet bilgisinden bile yoksun oldukları halde İbnü’l-Arabi’yi, İbn Teymiyye’yi bir çırpıda tekfir edenler yüzünden de konu asıl bağlamından tamamen kopmuş bulunmaktadır.

Bugün itibariyle konunun istismar boyutunda da karşıtların tutumu eşitlenmiştir. Cehennem ateşinden koruyacağı vaadiyle kefen satan bir tarikatçıyla, zahirîciliğin hamisi Suudi Arabistan’dan sağladığı ianelerle din koruyuculuğu taslayan bir ilahiyatçının durumu arasında bir fark yoktur hatta, bir kabilenin kendi hayatiyetini sürdürmek için dini araçsallaştırması bakımından ikincisinin durumu birincisininkinden çok daha kötüdür.

Siyasi boyutuyla da durum yine zikrettiğimiz gibidir. Şiilik tarikatını müessir bir afyon olarak tepe tepe kullanan İran’la, Zahirîlikten bir Zahirîcilik tarikatı üreterek, bundan İsrail destekçiliğine kendince bir mazeret oluşturan Suudi Arabistan arasında ne fark olabilir?

Mezkur tartışmalara katılmakla, zamanının muhteris ve zalim muktedirlerine kendi aleyhinde malzeme verdiğini fark edemeyen ve bu nedenle 1131 tarihinde Hemedân’da yakılarak öldürülen (Ebu Hamid el-Gazâlî’nin kardeşi Ahmed el-Gazâlî’nin müntesibi) Aynülkudât el-Hemedânî’nin “Doğru sözü kusurlu gören nice kimseler vardır / Bu afetin sebebi yanlış anlamadır” beytinden hareketle, “İşin gerçeği şu ki onlar, mahiyetini bilmedikleri ve henüz kendilerine yorumu yapılmamış olan şeyi yalanladılar.” (Yunus, 10/39) “Onlar doğru yolu bulamadıkları için ‘bu eski bir yalandır’ demeye devam edeceklerdir” (Ahkâf, 46/11) mealindeki ayetleri hatırlatması, zikrettiğimiz eşitlenmeler esasında şu zamanın Müslümanlarına önemli bir uyarı olsa gerektir.

Öncelikle, kökleri çok eskiye dayanan ve hatta olumsuz etkileri siyasetin eklenmesiyle daha belirgin bir canlılıkta (mahiyette) devam eden söz konu karşıtlığın dışında durarak, her ikisinin de olumlu verimlerinden istifade ile, bugünkü Müslümanların faydasına bir sonuç üretmeye çalışmak, sıhhati en belirgin yönelim hükmündedir.

Bunlardan bir sentezi kastetmiyoruz zira sentez, zıtlıklardan değil benzerliklerden üretilir. Üstelik şeriat ve hakikat birbirlerinin içinden akan, ilki olmaksızın bir diğeri olmayan iki ırmaktır.

Bir Müslümanın şeriata açık hakikate kapalı veya hakikate açık şeriata kapalı olması mümkün olamayacağına göre ilgili meselenin halline yaklaşımı da zaten senteze tabi olamaz.

Diğer bir ifadeyle, şeriat, saltkendinde kendine bir zemin olarak, sair inanışları salt kendi özünüyle içine çeker; harici bir yapışmayı, ulanmayı kabul etmez ve bunlar yoluyla başka bir inanışa da eklemlenmez.

Bu manada gerek zahir ulması, gerekse sufî olarak bizden öncekilerin dini gayret ve toplumsal hassasiyet (örneğin, Müslümanlar arasında bir fitneye neden olmaktan kaçınmak) gereğince, İslamî edepte musir olarak beyan ettikleri her düşünceyi önce değerli saymamız, sonra o düşüncelerden zamanın şartlarına, Müslümanların ihtiyaçlarına en uygun olanı tefrik etmemiz, bununla da yetinmeyip tefrik ettiklerimizi günümüzün diline ve dolayısıyla anlayışına uygun olarak yeniden (bugünün yenisi olarak) yorumlamamız gerekir.

Konumuz esasında hasede uğrayanlarınkinden daha hayırlı düşüncelerin hasıl edilmesi halen düşünenlerin ihtiyarındadır.