Hurufiler, Anadolu’da özellikle Bektaşiler ve Kalenderîler’in arasına sızıp faaliyetlerini sinsice sürdürmeye devam etmiştir. Taşköprizâde’nin ifadesine göre henüz Fatih unvanını elde etmemiş genç Sultan Mehmet bile bu tarikatın/mezhebin fikirlerine az veya çok meyletmişti. Osmanlı mülkünde güçlenen Hurufilerin ana plânı, hem ordunun (yeniçerilerin) içine sızmak suretiyle taraftar bulmak, hem de padişahı ve vezirleri sapkın dinî görüşleri ile etkilemek ve kamusal alanda yeni hizmet alanları açmaktı. Böylece nihaî hedefleri, hükümete yakın merkezî ve yerel yöneticilerin desteği ile ilk önce devletin değişik kademelerinde paralel yönetim hâkimiyetleri sağlamak ve daha sonra Hurûfîliği devletin resmî mezhebi/tarikatı olmasını sağlamaktı.

Hurufilerin henüz İstanbul’un fethinden önce Edirne’deki saraya kadar girip çıkmalarından şüphelenip, gizli emellerini ilk fark eden kendisi de bir devşirme olan bizzat Sultan Mehmed’in Veziriâzam’ı (Veli) Mahmud Paşa idi. Hurufilerin Padişahı daha fazla etki altına almalarını önlemek adına (Veli) Mahmud Paşa, durumu Edirne’de müftülük yapan Fahreddîn-i Acemî’ye haberdar etti ve bunun üzerine birlikte tedbir maksatlı bir plân yaptılar.

(Veli) Mahmud Paşa, Hurufilerin sözde dinî görüşlerinden yararlanmak niyetiyle kendilerini konağına davet etti. Ancak salonun gizli bir köşesinde Hurufilerin fikirlerini dinleyen müftü Fahreddîn-i Acemî, aralarına karıştı ve onların fikirlerinin doğru olmadığını açıkladı. Hatta onları saraya davet ederek, Sultan Mehmed’in huzurunda onların fikirlerini bir kere daha çürüttü. Artık genç Sultan Mehmed de Hurufiliğin sapık bir tarikat/mezhep olduğuna ikna olmuştu. Üçüncü ve son münazara ise halkın huzurunda Edirne’nin meşhur Üç Şerefeli Cami’de yapıldı. En sonunda dinî sapıklıkları tescillenip idamlarına fetva verildi.

Kaderin şu cilvesini bakın ki Fâtih’i sapkın fikirleriyle aldatmak isteyen ve Osmanlı Devletini ele geçirmek isteyen Hurufileri etkisiz hâle getiren (Veli) Veziriâzam Mahmud Paşa, İstanbul’un fethinden sonra tam olarak bilinmeyen bazı ailevî/askerî sebeplerden ötürü Fâtih tarafından görevinden uzaklaştırılmış, Yedikule zindanlarına atılmış ve Padişah fermanıyla 17 Ağustos 1474 tarihinde 54 yaşındayken idam edilmiştir. Yoksa Padişah ile Hurufî düşmanı olan Veziriâzam arasını açan Hurufîler olmuş olmasın? Tarihçiler, bu ilişkinin perde arkasını araştırabilir.

Gerçek şu ki, Fâtih’in, bir rivayete göre zehirlenerek, ölümünden sonra da Hurufiler rahat durmadı, fikirleriyle Osmanlı tebaasını tesir altına almaya devam etti. Gerçi Kanunî Sultan Süleyman döneminde Hurufiler, Osmanlı topraklarından sürüldü. Ama özellikle Balkan topraklarında Bektaşîliğin temel inançlarını deforme ederek, Bektaşîlik adı altında Alevileri de kendi ilgi alanlarına çekerek, gizlice Hurufilik propagandası yapıp özellikle yeniçeriler üzerinde etkili oldular. Kim bilir Osmanlı tarihinde sık sık görülen yeniçeri ayaklanmaları da Hurufilerin kışkırtmalarıyla da meydana gelmiş olabilir.

Hurufiler, Osmanlı’da çok ünlü sayılan şeyh, yazar, şair ve mütefekkirlerden de maddî ve manevî destek gördükleri için, Osmanlıların sosyo-kültürel ve siyasî hayatını etkileyebilmiştir. Mesela Hurûfîliğin Anadolu ve Rumeli’de yayılmasında büyük rolü olan müellif Firişteoğlu Abdülmecid (Abdüllatîf b. Ferişte) (ö. 1459-60), Hurufiliği tanıtan birçok eser meydana getirmiştir. En tanınmış kitaplarından birisi Hurûfîler’in ahiretle ilgili inançlarını anlatan Âhiretnâme’dir.

Hurûfîliği ile tanınan Türkmen asıllı mutasavvıf şair Nesîmî ise (ö. 1417); Türkçe şiirleriyle sayılmayacak kadar birçok Bektaşî ve Alevî şairi ve insanı etkileyebilmiştir. Nesîmî, Fazlullah’ın öldürülmesi üzerine Azerbaycan’dan ayrılıp I. Murad devrinde Bursa’ya geldiği fakat burada Hurûfîlik’le ilgili fikirleri sebebiyle iyi karşılanmadığı rivayet edilir. Hacı Bayrâm-ı Velî ile görüşmek için, Ankara’ya gitmiş, fakat o da onu huzuruna kabul etmemiştir. “Allah’ın insan yüzünde tecelli etmesi” ve “vücudun bütün organlarını harflerle izah” gibi fikirleri, Anadolu’da Sünnî ulema tarafından pek ilgi görmemiştir.

Bunun üzerine fikirlerini yaymak için Anadolu’da uygun bir zemin bulamayan Nesîmî, Hurûfîler’in Suriye’deki en önemli merkezi olan Halep’e gider. Fakat ulûhiyete dair sapkın görüşleri, burada da ilgi görmediği gibi Halep uleması onun öldürülmesi için fetva verir ve Memluk Sultanının onayı ile boynu vurulup derisi yüzülmek suretiyle öldürülür. Kabri, Halep’te kendi adıyla anılan bir tekkede bulunmaktadır.

Şiddete başvurmayıp sadece sapık olarak görülen fikirlerinden ötürü devlet eliyle idam edilmesi, Nesîmî’nin tarih sahnesinden silinmesine yardımcı olmamıştır. Tam aksine şöhreti, özellikle Alevî-Bektaşîler’in nezdinde daha da artmıştır. Onlara göre Nesîmî, büyük bir şair, seyyit, şehit ve mazlum bir velidir. Safevî Devleti’nin kurucusu ve ilk hükümdarı Şah İsmâil (1487-1524) bile Nesîmî’yi taklit ederek, şiirleriyle Hurûfîliği yeniden canlandırmış ve Nesîmî’ye nazîreler yazmıştır. Nesîmî, Azerbaycan’da doğumunun 600. doğum yılı münasebetiyle 1973 yılında UNESCO’nun kararıyla Azerbaycan devletinin resmî kurumları vasıtasıyla anılmıştır.

Tarihte görülen sapık dinî inançlar, günümüzün laik devletlerinde ve sekülerleştirilmiş modern toplumlarında da ilgi görebilmektedir. Kaldı ki demokrasinin bir açılımı olarak her inanç ve düşünce, velev ki İslâm’a göre sapık olarak tanımlansın, serbesttir ve şiddet içermediği sürece örgütlenme şansına da sahiptir. Ancak günümüzde legal görünümlü ‘dinî’ hareketlerin illegal maksatlarını tespit edebilmek, anlayabilmek ve gerekli tedbirleri alabilmek için, yazı dizimizde dile getirdiğimiz gibi, İslâm tarihinde vukuu bulmuş olaylardan ders çıkartmak gerekir.

Benzer vahim olayların günümüzde yeniden baş göstermemesi için, geçmişte devlet eliyle yapılan müdahalelerdeki hataları tekrarlamamak adına, günümüzün Müslüman toplumlarına, mutedil dinî cemaatlere ve hukuk devletlerine büyük görevler düşmektedir. Devletlerin ‘sapkın’ tarikatlarla mücadele noktasında yeni fitnelere sebebiyet vermeyecek bir şekilde isabetli kararlar alıp almadıkları sorusu her zaman önemlidir.

Öyle ise burada kriter olarak sivil alanda ortaya çıkan herhangi bir oluşumun/hareketin devleti mi yoksa dini mi hedef aldığı konusu ilk önce doğru olarak belirlenmelidir. Elbette İslâm tarihinde hem dini, hem de bu yolla toplumsal bir güç oluşturarak, devleti de hedef alan gerçek anlamda tahrif hareketleri meydana gelmiştir. Gösterildiği üzere tarikatın kurucusu olan Fazlullah’ın idamıyla birlikte itikadî sapkınlıklarını zamanla gizli örgütsel faaliyetlere ve teröre eylemlerine dönüştüren Hurufilik Hareketi, bunun tipik bir örneğidir.

Dönemin hükümdarları, geçmişlerine bakarak, mesela Emevî hükümdarlarının başka bir sapkın hareketi olan Haricilerle mücadeledeki hatalarından ziyade Halife Ömer bin Abdülaziz’in basiretli diyalog siyasetini esas almış olsalardı, belki de kendi dönemlerinde bu denli kalıcı bir fitne meydana gelmeyecekti. O halde günümüze gelmeden önce gelecek yazımızda Haricilik konusuna yer verelim.