İslâm sanatına mahsus, “İslam” kelimesi önceliğinde veya “ve, ile” bağlaçlarıyla yaptığımız her türlü terkibin, “İslam sanatı” terimi başta gelmek üzere, indirgemeci bir tutumdan neşet ettiğini bildiğimiz halde, o terkiplerin yaslandığı esası belirtmek, ilgili niyetlerimizi ve fiillerimizi o esasa tabi kıldığımızı göstermek bakımından kullanıyoruz.

Bu özelde, Müslümanların sanatla ilişkisini ve dünden bugüne sanat eylemlerini anlama gayretinde olanların kaçınamadıkları bir çelişkidir.

Bu çelişkiyi çok açık bir biçimde ortaya çıkaran terkip ise: “İslam sanatı ve tevhid”dir.

Tevhidin, İslam açısından önceliği ve vaz geçilemezliği, daha bu inanca girişte (Müslüman oluşta) beyan edilir ve dolayısıyla her Müslümanın tevhidi apriori müdrik olduğu varsayılır. Bundan dolayı, tevhidi zikrettiğimiz yönüyle değil, sanatla birlikte kullanılışı yönünden konuşmamız daha yararlı olacaktır.

Şöyle ki: tevhid ve sanat kelimelerinin bir terkip biçiminde kullanılışı eski bir zamana aid/müstenid olmasa gerektir. Zira, “Geometri meseleleri hakkında eğitim görüp sonra metafizik ilimleri elde eden her insan, geometrinin temel prensiplerini, metafizik meseleleri izah (takrîr) etmede kullanır” diyerek, nokta üzerinden geometrinin bir mümin için açtığı tefekkür ve uygulama ufkunu çerçevelemeye çalışan Ebü’l-Hasan el-Âmirî (v. 992), aynı zamanda tevhid etmeyi anlatır ama tevhid kelimesini hiç kullanmaz. (Bkz.: Kitâbü’l-Emed Ale’l-Ebed – Sonsuzluk Peşinde, çev.: Yakup Kara, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, İstanbul 2013, s. 122-124.)

Yine tevhid kelimesinin sanat planında, birazdan değineceğimiz güncel içeriğiyle, bundan yarım asır öncesine kadar kullanılmadığını söylememiz de mümkündür.

O halde bu terkip bize ne zaman ve nereden gelmiş olabilir?

İslam sanatını Batı’da anlatma gayretine düşen Gelenekselci Müslümanlardan, örneğin Titus Burckhardt’dan gelmiş olabilir mi? Zira, Burckhardt, Türkçesi geçen yıl yayımlanan Doğu’da ve Batı’da Kutsal Sanat adlı kitabında (çev.: Tahir Uluç, İnsan Yayınları), Birlik / Tevhid kelimesini açık olarak kullanır, ancak, bu kullanışının sebep olabileceği muhtemel yanlışları önlemek için aşırı tedbirli davranır. Birliğin özü itibariyle somut olmakla beraber kendini soyut bir kavram olarak sunduğunu ve İslam sanatındaki soyutluğun buradan kaynaklandığını söyler ve o bu cümlelerine hemen şunu ekler: “İslam’ın merkezi Birlik’tir / Tevhid’dir ve Birlik / Tevhid, herhangi bir tasvir olarak ifade edilemez.” İstitraden buradaki “tasvir” kelimesini Turan Koç’un Burckhardt’tan yaptığı bir çeviride “imaj ya da görüntü” kelimeleriyle karşıladığını belirterek, Burckhardt’ın bu net tutumunun asıl karşılığını İbnü’l-Arabi’nin şu cümlelerinde arayabiliriz:

“Bilmelisin ki, tevhid, insanın –ya da öğrenmenin– nefsinde onu var eden Allah’ın birliği ve ilahlığında ortağı bulunmadığı hususunda bir bilginin gerçekleşmesi için gayretdir. Birlik (vahdet) Hakkın niteliği iken bundan türetilmiş isim ise el-Ahad ve el-Vahid’dir. Bir olmak ise (vahdaniyet), sadece kendisi bulunmakla anlaşılması anlamıyla, birliğin Bir’de bulunmasıdır.

Birlik bir nisbet (bağ) olsa bile, tenzih nisbetidir. İşte bu, tıpkı tefrit ve tecrit gibi, tevhidin anlamıdır. Başka bir ifadeyle o, kendisiyle nitelenen ile ilişkilendirildiğinde onunla nitelenen ‘ferd (tek)’ veya münferit veya müteferrit diye isimlendirildiği bir olmayı (infirad) elde etmek için çalışmaktır. Öyleyse tevhid, birleyene ait bir fiil nisbetidir. Bu nisbet, kendisini bilende Allah’ın bir olduğu bilgisini gerçekleştirir.” (Fütûhât-ı Mekkiyye, cilt: 8, çev.: Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2008, s.81)

Hal böyle olunca, tevhidle takviyeli sanat kelimesini kullanmanın gereksizliği de ortaya çıkmaktadır. Zira bu manada tevhid, Müslüman sanatçının kendi nefsinde ve işinde ayrıca (adeta bir formu belirtir gibi) zikrine gerek duymayacağı bir kelimedir; onu mümin oluşuyla hak edilmiş bir sütü içer gibi içtiği ve tevhidi kendisinde değil, kendisini tevhidde mukim kıldığı için.

Bu durumda tevhid ve sanat, tevhid sanatçısı, tevhidle dua eden sanatçı vb. terkipler neden ve nasıl ortaya çıkmış olabilir?

Batı sanatı (ve dolayısıyla Tükiye’deki batıcı-solcu sanatı) ile Müslüman sanatı arasında, aynı zamanda rekabetçi mantığa yaslanan fark belirtme zaruretinden kaynaklanmış olabilir mi?

Veya, görmeye şartlanmış zihinleri, tevhidi bir şişe gibi gösterip, onun içine doldurulanın sanat olduğunu söyleyerek ikna etme kaygısından türemiş olabilir mi?

Bu soruları çoğaltmak mümkün, ancak sonuç tevhidin sanata indirgenmesi yanlışından başka bir yere çıkmayacaktır.

Bu durumda “Sanatta tevhid ama neden” sorusunun eşliğinde tevhidi, (haşa) sanat için bir cazibe aracına dönüştürmek yerine, Müslüman sanatının bir zorunluluğu olarak yeniden (zamanımızdaki anlayış tarzına denk düşecek şekilde) mevzilendirmek gerekmez mi?

Doğru soru, doğru cevabın eşiğine ayak basmamıza vesile olabilir.