Tevhidî sanat, tevhid sanatçısı, sanatta tevhid etme, sanatını tevhidin hizmetine verme... şeklindeki terkiplerle, İslam’ı diğer semavi ve beşeri dinlerden ayıran en önemli esası, yani Tevhid’in bizzat kendisini sanatın bir malzemesi haline getirmek gibi bir tehlikeyle yüz yüze bulunduğumuz aşikardır.

Bu olumsuz gidişatı, kimi ressamların son yıllardaki işlerinde, geleneksel sanatların pazar payındaki artışa da bağlı olarak, yer yer Kur’ânî ibareleri, çoğunlukla Arap harflerini süsleme elemanı (dekoratif bir malzeme) olarak kullanışlarından somut olarak gözlemlememiz mümkündür.

Bunlara yapılacak bir itirazın, öncelikle sanatta değişime karşı çıkmak, yeniliği anlayamamak, gerici olmak... şeklindeki suçlamalara kurban edilerek, mevcut sanat kanonu tarafından tartışma dışında itileceği malumdur. Dolayısıyla İslam sanatıyla ilgili güncel sorunların mevcut sanat kanonu ve muhalifleri arasındaki gelenekselci – yenilikçi, klasik – modern, değişimci – tutucu gibi iki kutuplu tasniflerle, asla öze inmeyen, sürekli şekil üzerinden süren neticesiz tartışmalarla tâlîleştirilmesi normalleşmektedir.

Bunlar üzerinden, bugün itibariyle hasıl edilen kargaşa, karmaşa, istismar, istiskal, dilsizlik, lügatsizlik... aslında temel bir şeylerin yokluğunu hissettirdiğinden, ilk soru da tam buradan üretilmektedir: Bir sanat nazariyatımız var mı?

Meridyen Derneği ile Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi’nin ortak gayretinde Sîreti Sûrette Görmek ana başlığı altında gerçekleştirilen bir dizi çalıştayın sonuncusunda, Özkan Gözel’in tebliğinde yer alan ‘Bir Sanat metafiziğimiz var mı?’ sorusunun, “Bir sanat nazariyatımız var mı?” sorsunu kapsayacak şekilde, konuyu her şeyden bir zihniyet sorgusuna bağladığını daha önce bu sütunda dile getirmiştik.

Zira, mezkur soruları nasıl sorarsak soralım, neticede onları bir nazariyat kaygısı içinden soruyoruz ki, bu da evvel emirde bir görme (nazar) zihniyetine isnat ediyor ve ilgili dünya görüşü ile buna bağlı bulunan bakış açısı, tefekkür düzeyi bunun içinde toplanıyor.

Hal böyle olunca, zikrettiğimiz ve zikredebileceğimiz soruların hepsini öncelikle müstakil, kendisinden başkasına asla benzemeyen bir furkanî Tevhid çerçevesi, inanış biçimi, tefekkür yönetimi içinden sormamız iktiza ediyor ki, bu da bizi, sanatı bilahare tekrar içe çekmek üzere dışa iten Müslüman olma hakikatinin bizzat kendisine çekiyor.

Bu hakikatten ise şunu kastediyoruz: “Allah ile insanın vuslatı olan İslam”, kulluk esasında tahakkuk eden bir sözleşmedir. Allah, İslam ile insana tekliflerini Peygamberi vasıtasıyla iletmiş, bu teklifleri duyma ve kabul etme ehliyetine sahip olan insan da onları kabul etmek suretiyle Müslüman olmuştur. Dolayısıyla söz konusu sözleşmenin, yani âmentünün esası Müslümanlık üzerinedir. Diğer bir ifadeyle Müslüman için, bu amentünün şartlarına uygun olarak inanmak ve yaşamak esastır.

Bu inanış gereğince, Allah, hesap gününde Müslümanlığı benimsemiş olan kulunu, önce amentü yönünden hesaba çekecektir. Bu durumda dünyevi işler cümlesinden sanat, zenaat, hüner, marifet vb. konular salt kendileri yönünden hesaba dahil değildir. Daha açık bir söyleyişle, hiçbir Müslümanın “ben sanatla uğraştım, bundan dolayı amentünün şu şartlarını tam uygulayamadım” deme mazereti bulunmamaktadır.

Şimdi günümüzdeki iki hatatın, hat yapma çabasına bakarak bu hususu temellendirmeye çalışalım:

Madem kendi şimdimizden bahsedeceğiz, isim vermemizde bir sakınca yoktur: Hattat Hasan Çelebi, Hattat Hüseyin Kutlu...

Kendilerini tanıdığımız kadarıyla, her ikisi için de Müslüman olmak, Müslümanca yaşamak ilk görevdir. Zira bu görev ahiret hesabına tabidir ve bu hesabı verebilmek onların ilk sorumluluğudur. Bu sorumluluktur ki, İslam’ı onların dünya görüşü, bakış tarzı, kısaca zihniyeti haline getirir.

Zihniyeti böyle kurulmuş olanların sanatlarının onun haricinde bir yön, bir görünüş, bir renk, bir şekil taşıması mümkün değildir. Dolayısıyla bu zihniyetin esasını oluşturan Tevhid’in ek bir niteleme, bir fark belirtme bakımından onların sanatlarına (hat’larına) ayrıca eklenmesi zaittir.

Daha açık bir söyleyişle, Hattat Hasan Çelebi ile Hattat Hüseyin Kutlu’nun sanatları, tevhidi de ihtiva ettikleri için değil, kendi tevhidî zihniyetlerinin içinden dışa çıkarıldıkları için farklıdır.

Bu örneğimize göre, artık yukarıda zikrettiğimiz sorulardan önce şu soruyu sormamız gerekmektedir:

“İslamî zihniyetin neresindeyiz”

Sanat nazariyatımızın, metafiziğimizin varlığı ve yokluğu ile sanatçılarımızın pozisyonlarından (tutum alışlarından) önce sorulması gereken soru budur.

Zira, ahiret hesabını nasıl vereceğini düşünmeyen Müslümandan, sanatının Tevhidî hesabı sorulmaz.