Tayfûr Ebû Yezîd (Bâyezid-i Bistamî, v. 848) ile ilgili şu menkıbeyi, merhum babamdan dinlemiştim:

Yolcuğu pek sevmeyen Tayfûr, Bağdad’a gitmeye karar verir. Müridlerini de yanına alarak, doğum ve aynı zamanda ikamet yeri olan Bistâm’dan Bağdad’a hareket eder. Uzun süren bir yolculuktan sonra Bağdad’ın kenar mahallelerine ulaşır.

Tayfûr, yol yorgunu müridleri ile Bağdad’ın merkezine erişmeye uğraşırken, ihtiyar bir kadın da telaşla evinin önünü süpürmektedir.

Kadının süpürgesinden kalkan toz, yolcuların yüzüne vurunca, Tayfûr dayanamayıp kadına seslenir:

“Ey kadın, sen beni tanımıyor olmalısın ki, beni ve müridlerimi toza boğasın.”

Süpürmeye ara veren kadın, süpürgesinin sapına yaslanarak, ona şu soruyla cevap verir:

“Ey yabancı, hele sen kimsin?”

Kadının aymazlığı karşısında biraz sinirlenen Tayfûr:

“Ben, Cenâb-ı Hakk’ın varlığını yüz delille ispat etmiş bir sûfîyim.”

İstifini hiç bozmayan kadın, Tayfûr’un bu çıkışmasına, boştaki kolu ile bir daire çizerek şu karşılığı verir:

“Hele senin iman direğin çürükmüş ki, onu sağlamlaştırmışsın. Benim imanımdan yana kuşkum yok ki, senin emeğine itibar edeyim.”

İhtiyar kadının bu sözü karşısında sarsılan Tayfûr, müridlerine dönerek, şöyle dermiş:

“İşte kavi iman budur.”

Merhum babam bu menkıbeyi naklettikten sonra, şunları eklemişti:

“Kocakarı imanı dediğimiz iman budur; tedkike, tahkike, güçlendirmeye, arttırılmaya ihtiyacı olmayan bir iman! İman ettiysen bu kocakarı gibi iman edecek, yaşarken de kendinin ve dünyanın hallerini bu iman üzere müdrik olacaksın.”

Hazır bunları nakletmişken, Bâyezid-i Bistamî’nin hayatını ve menkıbelerini eş-Şeyh el-Harakânî’nin Düstûrü’l-Cumhûr’undan (Âriflerin Sultanı Bâyezid-i Bistamî – Hayatı ve Menkıbeleri adıyla, çev.: Ozan Yılmaz, Semerkand Yayınları, İstanbul 2015) okumanızı tavsiye ederek, asıl sormak istediğim soruya geleyim:

İmanın direği olur mu ve bu direk güçlendirmeyi gerektirir mi?

Bunu şöyle de sorabilirim: İman tahkike muhtaç mıdır; artışa ve eksilişe tabi midir?

Sizinkini bilemem ama ben itikatta Mâtürîdî’yim. İmamım Ebû Mansûr ve onun güzide takipçileri olan alimlere göre, iman cüzlere ayrılmaz, ancak ameller cüzlere ayrılabilir.

Sa’düddîn et-Taftâzânî’nin şerhiyle, “...iman özünde artma ve eksilme göstermez. (...) imanın özü kalbin yüzde yüzlük kesinliğe varmış tasdikidir. Artık yüzde yüzlük kesinliğe vardıktan sonra onun artmasından söz etmek mümkün değildir. Bu manada bu tasdikin eksilmesinden de söz edilemez. Zira yüzde yüzün altına düştüğünde bu iman olmaktan çıkar. Bu bakımdan bir kimsede anlatılan manada tasdik meydana geldiğinde artık ibadetleri yerine getirse de getirmese de onun tasdiki aynı hali üzere bakidir, herhangi bir değişikliğe maruz kalması düşünülemez.” (Şerhu’l-Akâid, çev.: Talha Hakan Alp, İFAV Yayınları, İstanbul 2017)

Benim haddim olmayan işlerimden biri akâidî bir tartışmaya girmektir. Bunları naklederken takipçisi olduğum mezhebin görüşünü dile getirişim, son günlerde Kur’ân eleştirisi kılişesiyle kaynatılan tartışmalarla ilgili kendi tutumumu dile getirbilmem içindir:

Bu bahiste özetle söyleyeceğim şudur: Kur’ân ayetlerinin lafız ve manalarıyla ilgili tartışma bugüne mahsus değildir. Gerek Musevî ve İsevî mihrakların tahrikiyle, gerekse kimi Müslüman alimlerin kuşkuculuğuya bu tartışma benzer şekillerde dünden bugüne yapıla gelmiştir.

Geçmişteki ya da şimdiki haliyle söz konusu tartışma, artma ve eksilme özelliği olmayan imanım nedeniyle, benim onları okuduktan veya duyduktan sonra tebessüm ederek geçivereceğim bir hadisedir.

Malum eleştirilerin, tartışmaların Kur’ân konusunda şüphe uyandırıcı olarak nitelendirilmesi de bence çok abartılıdır. Zira, Kur’ân’ın mushaf haline getirilişinden bugüne kadar yapılmış tartışmalar ona bir zarar verememiştir ki, bundan sonra verebilsin...

Öte yandan Erdemli Kafir Spinoza ile başlayan ilâhî ve beşerî kelamın niteliklerine mahsus tartışmalar da Tevrat ile İncil’e zarar verebilmiş değildir.

Spinoza’nın kendi zamanında küfür olarak nitelenen düşüncelerinden bugün itibariyle nasıl istifade edebiliyorsak, Kur’ân ile ilgili bugün fahiş sayılan görüşlerden de mümkündür ki gelecekte farklı şekillerde istifade edebiliriz.

O halde düşüneni, düşündüğü şeye konu olan ile düşünüş biçiminden dolayı tekfir etmemizin, susturmaya çalışmamızın bir karşılığı yoktur. Zira Müslüman olanın imanı bu ve olası tartışmalardan berîdir.

Sühreverdi’yi öldürmek suretiyle susturmaktan bir şey elde edemediğimize göre, düşünenleri düşüncelerinden dolayı susturmaya yeltenmekten de bir şey elde edemeyiz.

Kur’ân ve hadisler elimizde, İslam - iman ve akıl bizde olduğu sürece korkacağımız hiçbir düşünce ve hiçbir nifak yoktur ve olmamalıdır.