Gençliğimde kısa bir süre bir iş adamının ofisinde çalışmıştım.

İşimden önce öğrendiğim ilk şey patronumun sözünde durmayan, borcunu zamanında ödemeyen, üçkağıtçı… biri olduğuydu.

Çünkü işe başlayışımın üçüncü gününde şöyle bir tabloya tanık olmuştum:

Küçücük sermayesiyle kurduğu işini sürdürmek isteyen bir esnaf, ilk üretimini bizim patrona kaptırıp, alacağını zamanında tahsil edemeyince, bırakın işini ayakta tutmayı evine ekmek götürmekten aciz kalmıştı.

Bu kişi o üçüncü gün öğle vakti çalıştığım büroyu basıp, sekreterin “Burada yok, daha gelmedi” demelerine aldırmayıp, patronun kapısını tekmeyle açarak onunla yüz yüze gelir gelmez, zembereği boşanırcasına galiz küfler etmeye başladığında, patronum şu tepkiyi vermişti:

“Küfretme! Yan oda mescittir; namaz kılanlar vardır, duyarlarsa namazları bozulur ayıp olur.”

Oysaki alacaklı esnafın galiz küfürleri doğrudan ona, bizzat şahsına, iş yapma tarzına mahsustu.

Somut ilk siyasi karar namıyla altılı masada yaşanan büyük kriz, bana yaklaşık yarım yüzyıl önce gördüğüm bu tabloyu hatırlattı.

Şöyle ki, bir yıl öncesinden “Bu masa bizim liderimizi cumhurbaşkanı yapmak için kuruldu” denmesine ve ilgili liderin de o günden beri eriştiği her mikrofona “Geliyorum, bir de beni deneyin” demesine rağmen, altı müttefikten biri kesinleşmiş olan duruma itiraz ederek masadan kalkmakla kalmadı, hemen ardından özü hakaret etmekten ibaret olan kimi açıklamalarda bulunarak masayı terk ettiğini bildirdi.

Sonrası malum, ekranlara yansıyan şekliyle süt dökmüş kedi suçluluğu içinde, yetmiş iki saat önce ayrılmış altılının biri olarak yine altılıyla birlikte “birlik” pozu verdi.

Gazeteci-yazar arkadaşlarımız bu zatın neden geri döndüğüne dair çeşitli ihtimallerden söz ediyorlar. Ben gazeteci olmadığım için onların “Pensilvanya’dan fırça yedi”; “Amerikan elçisi kulağını çekti”; “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olayazdı” vb. yorumlarını iletmekle yetinmek zorundayım. Bunlardan daha fazlasının ya da azının olması hiç mesele değil. Mesele, ilgili zatın namusuna bile dil uzatacak kadar siyasi seviyenin düşürülmesi ve bu zatın da sanki hiçbir şey olmamış gibi şimdi ekranlara kurulup haline uygun yani makul bir hikaye üretmek için çırpınıyor olmasıdır.

Tıpkı benim patronumun mescidi işaret etmesindeki gibi.

Bu işaret edişteki garabetin çift katlı bir hale getirilmesi ise ayrı bir facia olarak ele alınmaya değer.

Zira altılı masanın adayını açıklayan zat, o yetmiş iki saat hiç yaşanmamış, şimdi süt dökmüş kedi gibi yanında duran kişiye bizzat kendisi “defol git” demeye gelen sözleri hiç söylememiş, sosyal medya kanalizasyonlarında en galiz küfürler havada uçuşmamış gibi… “Berat kandili”nden dem vurarak adayı açıklamaya yeltendiği anda karşısındaki kuru kalabalık “Türkiye laiktir laik kalacaktır” sloganını attı.

Bu da yetmedi, altlı masanın yetmiş iki saatlik kaçkını olan lider, kamyon çarpmış bir yüz ifadesiyle oturduğu ekrandan “Partim de ben de çok taşlandık bu birkaç günlük süreçte ama önemli değil. Ben hacca gitmiş bir insanım. Kendimi şeytan taşlamasında hissettim.” deyiveriyor. Şaka desek değil, komiklik yapıyor desek değil, dili sürçtü desek o da değil. Kendini şeytan yerine koymanın, ortaklarınca yapılan -her şeyden önce insan olması nedeniyle- kesinlikle ama kesinlikle hak etmediği küfürleri ise kendisine ve partisine atılan taşlar olarak görmesinin mutlaka bir adı olmalıdır.

Adına siyasi kriz denilerek makulleştirilmeye, normalleştirilmeye çalışılan bunca garabetin dilden tutuma, ithamdan savunmaya kadar… ürettiği siyasetin ve bir yüzsüzlük biçimi olarak siyasi pişkinliğin halkımız tarafından çok iyi değerlendirileceği ise malumdur.

Kendimden hareketle baktığımda da sonuç böyledir.

Çocukluğumda bana siyasetin yönetme sanatı olduğu öğretilmişti.

Gençliğindeki ilk işimde, iş siyasetinin temsilcisi saydığım patronumun üç kağıtçılığı, sahtekarlığı, dolandırıcılığı içselleştirilmiş bir yüzsüzlük olarak görmesi ve göstermesi nedeniyle, particilik üstünden yürütülen siyasetin de kısa bir süre içerisinde matah bir şey olmadığını öğrendim.

Üstelik maruz bırakıldığımız mezkur garabetin bitmediğini ve asla bitmeyeceğini herkes gibi ben de biliyorum.

İşte HDP konusu kapı gibi duruyor orta yerde.

Sanki yaşanan krizde cumhurbaşkanı adayı ona sorulmuş gibi, şimdi de “CHP, HDP ile görüşebilir, bu net. Ama bize asla getiremez” diyor ilgili kişi.

Yani diyor ki “CHP, HDP’ye her sözü verebilir, biz de sonuçta yine buna tıpış tıpış uyarız.”

Daha ne desin, bilmem ki!