Ateizm anlamına gelen inançsızlığın her yüzyılda az çok var olduğunu biliyoruz. Lakin genel anlamıyla ateizm, iki yüz senedir, bilimsellik kisvesine bürünerek, insanlık üzerinde tarihte hiç olmadığı kadar etkili olmayı başarmıştır. Hususan geçen yüzyılın başlarında bilim ve ateizm neredeyse aynı kalıp içinde sunulur olmuştur. Yine biliyoruz ki ateizmi temel alan birçok siyasi akım 20. yüzyılın izmler ve ideolojiler yüzyılı adıyla anılmasına imkân verecek kadar insan toplumları üzerinde fiilen etkinlik kazanmıştır.

Biraz mantık, biraz felsefe hatta sadece biraz ciddi düşünme ile bunun sebebi nedir, ne oldu ki ateizm bu kadar yaygınlık kazanmıştır diye, meselenin fikri alt yapısına baksak; hakikaten ne görürüz acaba?

Ne oldu da ateizm popüler oldu? Artık iğneler ustasız mı oluyor? Eserler müessirsiz, camiler mimarsız, sanatlar sanatkârsız mı oluyor ki ateizm eskiye göre revaç buldu? Acaba mağara duvarlarındaki ceylan resimlerinin kendiliğinden mi olduğu fark edildi de, gerçek ceylanların yaratılmış denilmesine ihtiyaç kalmadı? Acaba kitapların yazarsız olabildiği mi fark edildi ki hücrelerdeki yazılım tesadüfe verilir oldu? Yoksa, yoksa aslında hiç değişen bir şey yok da, insanın mı aklı karıştı ya da karıştırıldı acaba?... Evren hep orada bütün haşmetiyle dururken, ona bakan gözlerde mi bir sıkıntı oldu acaba?

Evet, insanda ne değişti, ne oldu ki ateizm ve deizm denen masallar ile bilimsellik bir tabakta sunulur oldu? Hatta Hıristiyanlık başta olmak üzere Yahudilikte ve diğer dinlerde atasözü gibi söylenen “din ayrı, bilim ayrı” sözü İslam dünyasında da son yüz elli yıldır söylenir oldu? Hâlbuki İslam dünyası bin küsur senedir, ilimde zirve olduğu zamanlarda bile bu sözü söylememiş hatta tam aksini düşünmüştü. Evet, ne oldu?..

Meselenin hakikati şu ki; kâinat hiç değişmedi. İçtiğimiz su yine gökten geliyor, yine topraktan ot, ottan et yapılıyor, ottan kemik, kan yapılıyor, ottan karaciğer, göz, beyin, süt yapılıyor. Cansız ve akılsız atomlardan “düşünen” insan teşkil olunuyor. Cansız, hissiz ve akılsız atomlardan acısı ve hazzı olan canlılar üretiliyor. İnsan, hayvan ve bitki dediğimiz mekanizmalar hala “çoğalma” ve “büyüme” gibi tasarlaması imkânsız mahiyetlerini aklın gözüne sokuyorlar. Lakin o göz artık -zannedilenin aksine- akılla bakmayı ihmal eder oldu. İnsanların nazarı bakar-kör oldu.

Burası nasıl oldu peki? Nasıl oldu da gündüz gibi bir hakikat bu derece perde altına girdi. Okumuşluk ve cehalet nasıl bu kadar kardeş oldu?

İslam’ı öğrenmeyi yasaklayan, öğrenilirse de yanlış öğrenilmesine zemin hazırlayan siyasetin o korkunç yüzünü bir kenara bırakırsak, biz kendi eksikliğimize, kendi çocuklarımızın eksikliğine, kendi yöntemimize bakarsak ilk gördüğümüz şey İslamiyet’in fikri alt yapısının değil de, şekli kısmının din sayılmasını göreceğiz. Diğer dinler bizi ilgilendirmez. Çünkü onların fikri bir sermayesi yoktur, hatta din-bilim konusunda İslam ile tam aksi düşüncededirler. Bu nedenle yeryüzünde din ve bilimin çatışmadığını, çelişmediğini söyleyen tek din olan İslam’ın müntesiplerince sadece şekilsel yönünün öğrenilmiş olması ve hatta dinin bu zannedilmesi en büyük eksikliğimiz olarak görünüyor.

Bir din kitabı olan Kur’an’ın, ekser ayetlerde aklı ve gözü kendine şahit göstermesi bizim iddiamızı destekliyor. Demek ki aklın ve gözün var olması onun istikametli kullanıldığı anlamına gelmiyor. Suçlu da suç işlerken aklını kullanır. Lakin bu akıl onu yanlıştan menetmediğine göre aklın varlığı, aklı doğru kullanmak anlamına gelmez.

Evet, aklın kullanımında ya da aklın doğru kullanımında hangi eksiklikler var diye baksak, karşımıza ilk çıkan yanlış; “ülfet” denilen, görüleni sıradan sayma, birkaç defa mülaki olunan bir hakikati basite alma gibi dehşetli bir hatayı görürüz. Bu öyle dehşetli bir hatadır ki, büyük hakikatleri küçültür, basit hakikatleri büyütür. Bu öyle bir yanlıştır ki, çok ilginçtir, çok çok ilginçtir; Kur’an bu hatayı fark ettirmek için, hakiki mucizeler olan, fakat “ülfet” sebebiyle mucizeliği gizlenen arıdan, sinekten, üzümden, yağmurdan, güneşten, incirden, zeytinden o kadar farklı şekillerde bahseder ki, bazen onların üzerine yemin ederek bu “ülfet” denilen ve mucizeleri gizleyen korkunç hatadan insanları uyandırmak ister. Evet, der ki; “Allah’tan başka çağırdığınız bütün ilahlarınız bir araya gelse bir sineğin kanadını yaratamazlar”. Yani der ki; sizin Allah’ kabul etmemek fikriyle sebep olarak gösterdiğiniz her neyse, onun en basit bir sineğin kanadını yaratabilecek mahiyette olduğunu haydi gösteriniz…

Evet, sebep ve sonuç arasında sıfat itibariyle bir zorunluluk bağlantısı gerekir. Yanmış, kömür haline gelmiş bir pamuk aşikârdır ki, suyun temasıyla değil, ateşin temasıyla bu hale gelmiştir. Çünkü suda pamuğu kömür haline getirme özelliği yoktur. Öyleyse sebep ve sonuç arasında –sizin deyiminizle bilimsel olarak- bir sıfat zorunluluğu mecburiyeti vardır, öyleyse sebep olarak hangi sebebi gösterebilirsiniz ki, düşünmeyi meydana getirmiş olsun? Eğer cansız ve akılsız atomların düşünmeyi meydana getirebileceği gibi bir iddianız varsa, o zaman bu özelliğin atomlarda bulunduğunu var saymak gerekir. Madem var saymak zorundasınız, haydi yapın veya yolunu gösterin de görelim. Aksi takdirde iddianız kâinat kadar büyük bir yalan olacaktır ki nitekim de öyledir. Düşünce denilen hakikati akılsız atomlara vermek, haz ve acı denilen hakikati, hissiz atomlara vermek, güzelliğe sebep olan simetriyi, bilinçsiz atomlara vermek ancak akıldan istifa etmekle olur. Evet, ateizm bir akıl bozulmasıdır ki, bilimselliğin esası olan sebep-sonuç mecburiyetini bile bilimsel olarak inkâr etmek demektir.

Evet; ateizmin bir tek sermayesi vardır ki, o da Müslümanın kendi dinini bilmeme cehaletidir..