Münevver, doğru bilgi ile aydınlanmak isteyenleri aydınlatan kişi demektir.

Şu ya da bu konunun uzmanı değildir, bizzat hayattan topladığı bilgileri düzene koyan ve onu tekrar hayata sunandır.

Bu yanıyla teoriden çok pratikte mukimdir; dünün bilgi ve tecrübesini bugünün hayrı için yeniden tedavüle koyandır.

İnsanlığın hâllerini anlamayı ve talep edenlere anlatmayı uğraş olarak seçtiği için yaşadığı toplumun hem berisinde hem de ilerisinde durur; bir gruba, cemaate, partiye mensup olmamayı, bunlara karşı makul bir mesafede durmayı tercih eder. Zira bu türden bir mensubiyet görüşü ve idraki perdeler.

Münevver bu bağlamda yalnızdır, talepsizdir ve müstağnidir.

Ona bakarak ancak teemmülde, tefekkürde kemale erişebileceği için kendi eksiliği yegâne kazancıdır. Bu sebeple kamunun alkışına kulakları tıkalı; sahne fikrine ve eylemine uzaktır.

Bir grup, cemaat ya da parti yoluyla halka hizmet etmeyi seçen kişi olarak siyasetçi ise daha baştan önderliği seçmiş olmakla halkın üstündedir.

Bilginin taşeronu, bilgilendirme düzen ve seviyesinin mühendisi olarak teoriyle mesafeli, pratikle hem-haldir.

Dünün bilgi ve tecrübesine itibar etmeksizin salt bugünü ve geleceği inşa etme iddiasını taşır.

Olguları ve olayları da sadece mu maksada uygun olarak anlamak ve yapılandırmak derdinde olduğundadır ki kamuya gark olmuştur; muhatabı herkestir ve herkesle ilişkisinde mesafesizdir.

Kendi grubunun, cemaatinin ya da partisinin görüşlerini hakikat olarak dayatmakla kalmaz bunun herkes tarafından benimsenmesi için de çalışır.

Dünyası kalabalık, ilgileri aşırı şekilde karışık, halk hizmet adına hem vaatleri hem de talepleri nihayetsiz, herkese borçlu ve herkesten alacaklıdır. Bu sebeple kulakları sadece alkışa açıktır; adım attığı her yer ona sahne, kolunu yaslayabildiği her şey onun için kürsüdür.

Bunlardan baktığımızda siyasetçi için münevverlik yolunun kapalı ama münevver için açık olduğuna hükmedebiliriz. Fakat hakikatleri farklı iki durumdan söz ettiğimiz için münevverin bu farkı kat etmesi yani en azından belli bir oranda farklar arasındaki mesafeyi kapatması beklenir. Bu da üç yolla mümkün olabilir:

1-Münever kendi farklılıklarından feragat emek suretiyle, onun farklılıklarını giyinerek siyasetçiyle tam benzeşir,

2-Bu benzeşmede en azından kamu nezdinde siyasetçiyle ortaklaşabilmek için ilgili farklarının enenmesini kabul eder,

3-Ya da siyasetçiyle benzeşmemenin bedelini ödemeye her zaman hazır olarak siyaset meydanına çıkar.

Fakat son tahlilde siyaset yolundaki bir münevver için sadece üçüncü yolun değil, gerçekte üç yolun birden kapalı olduğunu, buna rağmen siyasetçi olan münevverin münevverlik vasfının düştüğünü, bu düşmeye rıza göstermeyen münevverden de siyasetçiliğin düştüğünü yakinen biliyoruz.

Bunun son tipik örneklerinden birini Mahir Ünal’ın bir kitap fuarında gençlerle görüşürken söylediği birkaç cümle nedeniyle Ak Parti Grup Başkanvekilliği görevinden ayrılmasıyla müşahede ettik.

Mahir Ünal’ı, dinî ilimler konusunda donanımlı, medeniyeti mesele edinen ve bu esasta Doğu ile Batı’nın farklarını çok iyi bilen, kültürel mirasını tanımayı ve sonraki nesillere devretmeyi son derece önemseyen, edebiyat bilgisi güçlü, musikişinas ve derviş meşrepli biri olarak biliriz.

Öyle sanıyorum ki, Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın 64. Hükûmet’te Kültür ve Turizm Bakanlığı görevini Mahir Ünal’a vermiş olması zikrettiğim liyakati ve ehliyeti nedeniyledir.

Mahir Ünal, Ak Parti Siyaset Akademisi’nde verdiği derslerle (2003) ve bu partinin seçim kampanyasını hazırlayan strateji ekiplerinde yer almakla siyaset meydanına erken çıkmış bir münevverdir. Buna rağmen siyasetçiliğinde de olguları ve olayları öncelikle bir münevver bakışıyla kuşatmaktan, milletimizin siyaset yoluyla maruz bırakıldığı sosyo-kültürel değişmeleri etkileri, sonuçları yönüyle incelemekten ve siyaset içinde değerlendirmekten hiç geri durmamıştır.

Peki ne oldu da Mahir Ünal zikrettiğimiz görevinden ayrılmak zorunda kaldı?

Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir kitap fuarında gençlerle görüşürken söylediği şu birkaç cümledir, görevinden ayrılmasına neden olan:

“Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin Kültür Devrimi’dir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir.”

Nasipse buradan devam edelim inşallah.